Gerçeğin Yalanı
Çocukken Türkiye’de yaşayan herkesin Türk olduğunu sanırdım. Dünyanın tüm güçlülerine, yedi düvele karşı verilen Kurtuluş Savaşı’nın ve önderi Mustafa Kemal’in öyküsünü dinlediğimde çok etkilenmiş, hep güçsüzün yanında olma özelliğimi belki de bundan kazanmıştım. Okuldaki ilk arkadaşlarımdan birinin adının bizimkilerden farklı oluşu, adıyla diğer çocukların dalga geçmesi bile Ermeni olduğunu anlamama yetmemişti. Türkiye topraklarında yaşayan halklardan Kürtleri ilk ne zaman duyduğumu hatırlamıyorum. Ama üniversite yıllarımda halklarının sorunlarına duyarlı olduklarını bilerek sevdiğim Kürt arkadaşlarım vardı.
Aradan yıllar geçti. Pek çok halkın ve inanç grubunun adını duydum. Çerkezler, Lazlar, Ezidiler, Aleviler, Sünniler, Şiiler; insanların yalnız etnik kökenleriyle değil, dinleri ve dünyaya bakışlarıyla da ayrıldığını gördüm. Sonunda bunların hiçbirinin önemli olmadığını anladım. Tek değer insan olmaktı. Aslında insan olmak bile değil, doğanın canlı ve cansız, yaşayan ve yaşamayan her parçasına saygılı olmak, evrenin sonsuz görünen sınırlı akışı içerisinde üzerine düşeni yapmak, alabileceklerini almak, verebileceklerini vermek, gerekenleri yerine getirmiş ve tüm bunlardan tat ve gönül rahatlığı almış biri olarak yerini zincirin başka bir halkasına bırakmaktı.
Ne yazık ki insan olmak bu topraklarda, bu dünyada pek kolay değildi. Bu yüzden zor bulunuyordu insanlar. Ve insan olarak yaşamaya çalışanlar büyük zorluklar çekiyorlardı.
İnsan olmak zordu, çünkü herkes yalnız kendisini biliyor, tanıyor ve seviyordu. Başkalarını kendine benzetmeye çalışıyordu. Hele ellerine bir güç geçirdilerse başkalarının tüm haklarıyla birlikte, insanlıklarını da ellerinden alıyorlardı. Bunu yaptıklarında kendi insanlıklarını da yitirmiş olduklarını bir türlü anlamıyorlardı.
Kadın erkek eşitliği, cinsel kimlik özgürlüğü, pozitif ayrımcılık gibi konuların konuşulması yaşamda yer bulmalarını sağlamıyordu. Toplumsal mekanizmalar ekonomik bir altyapının üzerinde çalışıyordu. Sözler ne derse desin, olup bitenleri mülkün paylaşımı belirliyordu.
….
“Adalet mülkün temelidir.”
Adaletle ilgili bu sözü ilk duyduğumda epey şaşırmıştım. Mülkü “dünya malı” olarak algılıyordum. Koskoca adalet sisteminin insanların malıyla mülküyle uğraşmasının nedenini pek anlayamamıştım. Yunus Emre’nin sözü mülkü açıklıyor muydu?
“Mal sahibi, mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi.”
Mülk eğer dükkân, arazi gibi taşınmaz mallar ise, adaletin temelinin yalnızca buna dayanması doğru olabilir miydi?
Mülk, devletin egemenliği altında bulunan toprakların tümü olarak alındığında durum değişiyor muydu? Adalet yalnızca kaynakların paylaşımıyla mı ilgiliydi?
Artık bu sözü şaşırtıcı bulmuyorum. İnsanların zenginlikleri nasıl sahiplenip kullandıkları, gelecek kuşaklara nasıl miras bıraktıkları yaşamlarının biçimini ve yönünü belirliyor. Günümüz toplumsal yaşamının temel birimi tekeşli aile de bu sistemin temelini oluşturmak için çıkmamış mıydı? (1)
Toplumdaki çatışmaların neredeyse tümü ekonomik değerlerin paylaşımıyla ilgili sorunlardan kaynaklanmıyor mu? Kurulu düzenin dengelerini değiştirmek isteyen bir karşı akım toprakların halka dağıtılması için bir kampanya yürütürse, ya da yönetimde olan bir parti çıkardığı yasalarla madenlerin kullanım haklarını belirli gruplara verirse, her ikisi de dayandıkları kesimlerin çıkarlarını korumuş olmazlar mı?
Yönetme gücünü ve yetkisini elinde tutanlar, mülkün paylaşımının ve aktarılmasının kurulu sistemin kuralları içinde düzen sınırları dışına taşmadan yapılmasını sağlamaya çalışırlar. Zenginlikleri elde tutmanın, sistemin uyumlu çalışmasını sağlamanın temel kuralı budur.
Son yıllarda gözlenen şaşırtıcı kuraltanımazlık, yapılan uygulamaların ve alınan kararların arkasında düzeni sarsmak isteyen gizli güçler mi olduğu sorusunu akla getiriyor. Yönetenler bilerek ve isteyerek mülkün temelini sarsıyor mu? Anayasanın, yasaların sınırlarını zorlayarak, güç ve paylaşım dengelerini aşırı derecede değiştirerek bir kaos yaratmak, kendi katmanlarının lehinde değişmez yeni bir denge mi oluşturmak istiyorlar?
Adalet mülkün temeli olmazsa nasıl bir düzen kurulur? Hukuk ve özgürlükler mi belirleyici olur? Tarafların güçleri ve ellerinde tuttukları kaynakların çokluğu mu?
….
Ayşen Seymen Çakar, adaletin mülkün temeli olmadığını söylüyor.
“’Adalet mülkün temelidir’ cümlesinde mülk kelimesi, devlet anlamında kullanılmaktadır. Devlet ise, unsurları genel kabul görmüş, hukuki bir kavramdır. Devlet kısaca ‘belli bir toprak parçası üzerinde egemenlik kurmuş, belli bir insan topluluğunun oluşturduğu, kendisini meydana getiren farklı bir kişiliğe sahip örgütlenme’ olarak tanımlanabilir. Devlet bu egemenlik unsuru ve tüzel kişi vasfı sebebiyle pek çok yetkiyi bünyesinde barındırmaktadır. Devletin bu yetkileri bizzat anayasadan kaynaklanmaktadır. Bu sebeple anayasa, devletin, hukuki ve biçimsel formudur da denilebilir. Devletin, kişi hak ve hürriyetleri dâhil pek çok alana müdahale edebildiği düşünülürse, sınırsız bir kavram olmaması ve somut şekilde çizilmiş sınırlarının olması gerekir. Bunun için ‘adalet, mülkün temelidir’ cümlesini ve genel olarak adalet kelimesini duygusallıktan uzak, doğru bir değerlendirmeye tabi tutmak gerekir. Adalet mülkün temelidir cümlesinde kanaatimce, adalet, hukuk anlamında kullanılmaktadır; böyle olunca da ‘hukuk, devletin temelidir’ şeklinde doğru bir cümle ile karşılaşıyoruz. Fakat yukarıda ısrarla üzerinde durduğumuz üzere, bu sadece benim değer yargımdır ve başka bir kişi bu cümleyi çok farklı anlama gelecek şekilde yorumlayabilir. Adalet, en üstün erdem şeklinde anlaşılırsa da, böylesine üst ve sınırsız bir kavramın, mutlaka sınırlandırılması gereken bir kavrama temel teşkil ettiği söylenemez. Pek çok ulusal veya uluslararası hukuk belgesine girmiş olan bu kavramın değerlendirilmesinde ve hem de temel hak ve özgürlükler ile birlikte değerlendirilmesinde ölçülü olmak gerekir. Bir değer yargısı belki bir kişi için, devletin temeli olabilir ve fakat herkes için bunun böyle olması mümkün değildir. Bu sebeple, devletin temeli, adalet değildir hukuktur.” (2)
“Devl” kökünden gelen devlet sözcüğünün “el değiştirme, elden ele geçme anlamına” geldiğini belirtiyor.
Mülk ve devlet ilişkisini bir yana bırakacak olursak, “Hukuk mülkün temelidir” denebilir. Bir bölgede yaşayan insanların kaynaklarını nasıl paylaşıp kullanacaklarına, kendi aralarında ve komşu bölgelerle nasıl ilişkiler kuracaklarına karar vermelerini sağlayacak ilkeler ve kurallara dayanarak tasarlanıp uygulanacak bir sistem; özgürlüğün, barışın ve insanca bir yaşamın kapısını açabilir mi?
Hem bireylerin hem toplulukların, hem azınlıkların hem ezici çoğunluğun, hem güçsüzün hem güçlünün, tüm hakları korunabilir mi?
Yoksa, hukuk ne derse desin, korunan yalnızca güçlünün hakkı mıdır?
….
Gerçek nerededir?
Ya da geçmişe bakacak olursak, gerçek neredeydi?
Günümüzün gerçeğini anlatan gördüklerimiz midir, yoksa okuduklarımız mı?
Geçmişin gerçeği nerededir? Binlerce yıllık kitapların sayfalarında mı, yoksa dünyadan çoktan ayrılıp evrenin gizli derinliklerine doğru yol alan ışık demetlerinde mi?
Gerçeği nasıl taşırdık? Şimdi nasıl taşıyoruz?
Önce çizgiler ve şekiller, sonra resimler ve yazılar mıydı aktarmak istediğimiz?
Bir yaprağa, bir kâğıda, bir manyetik şeride, ışıkla okunan bir diske, taşınabilir küçücük bir belleğe, küresel iletişim ağının dağıtılmış yapılarına yazdığımız bilgilerin gerçekle ilişkisi nedir?
Gerçeği hapsedebilir miyiz?
Özenle saklanan bilgileri ne kadar koruyabiliriz?
….
Filiz Aygündüz’ün “Kaç Zil Kaldı Örtmenim?” kitabının kısa tanıtımı şöyle:
“Diyarbakır’ın küçük bir kasabasına atanan yirmi üç yaşında bir öğretmen… İstanbul’daki güvenli evinde, televizyon haberlerinde seyrettiği uzaktaki köyde yeni bir hayata başlıyor. O köyün ne dili tanıdık ne de alışkanlıkları. Bu yeni dünyanın içinde ona rehberlik edenler ise otuz iki küçük çocukla bir büyük aşk…
Filiz Aygündüz’ün samimi anlatımıyla farklılıkları, kimlikleri, dili, ölümü ve hayatı sorguladığı Kaç Zil Kaldı Örtmenim?, Türkiye’nin en önemli meselelerinden birine siyasetin değil, insan öykülerinin içinden bakıyor.
Duyduğum ilk Kürtçe kelime ‘gel’ anlamına gelen ‘were’…
Kafa karışıklığı. Ne yani, burada insanlar, anlamadığım bir dilden mi konuşuyor? Birkaç saat önce yerliyken birkaç saat sonra yabancıydık; aynı ülkenin sınırlarında. Sırf insanlar anadillerini konuşuyorlar diye… Tuhaf bir kızgınlık duyuyordum. Anlamamaktan.
Dilin yoksa yalnızmışsın meğer.” (3)
Necmiye Alpay kitapla ilgili yazısında yazarın “kurcalamalar” bırakmasından söz ediyor:
“Kurcalamalardan biri şu: 1995 yılında Diyarbakır’da 23 yaşındaki bir öğretmen adayının, duyduğu ilk Kürtçe sözcükler karşısında ‘Ne yani, burada insanlar, anlamadığım bir dilden mi konuşuyor’ diye şaşırmasını, bugünün (2010 sonunun) okuru olarak ilk anda inandırıcı bulmuyoruz. Ancak, olayın vahameti kısa sürede bütün ağırlığıyla üzerimize çöküyor: Öyle ya, 1990’lı yıllarda toplum şimdikinden çok daha mutlak bir yarılmanın içindeydi. Bir yanda Kürt olma özgürlüğü adına kan gövdeyi götürürken diğer yanda bunun üstü, ne idüğü belirsiz bir hastalık adı gibi ‘terör’ sözcüğüyle örtülüyordu. ‘Kürt’ sözcüğünü belirli bir rahatlıkla telaffuz edebileli şunun şurasında kaç yıl oldu ki? ‘Kaç Zil Kaldı Örtmenim?’, bunun gibi çok sayıda ve değerli okur deneyimi sağlıyor.” (4)
Ayça Örer’in yaptığı röportajda Aygündüz, Silvan’da yaptığı öğretmenlikten söz ediyor, yaşadıklarıyla ve kitapla ilgili bilgi veriyor:
“Evet, 1995’te hakikaten Silvan’da, ikinci sınıfa giden çocuklara öğretmenlik yaptım. Ben karakterden farklı olarak matematik mezunuyum, o fizik mezunu. O yüzden bu roman, gazeteci gibi oraya gidip notlar tutup yazdığım bir roman değil. Kitabın tamamında kurgusal karakterler de var ama çocuklarla yaşadığım ilişki bire bire yakın. Bir de, ben yaşamasam bile kurgu malzemesi olarak kitabın içine giren şeyler var.”
“1990’ları yaşayan Silvan, faili meçhullerin, kayıpların, gözaltıların, köy boşaltmaların da çok sık yaşandığı bir coğrafya. Romanda da o günlerin izlerini bulmak mümkün… Oraya gittiğinizde bütün bu saydıklarınızı korkuyla öğrenmeye başlıyorsunuz. Bugün koşullar çok farklı. Ama o gittiğim dönemde korku vardı. Korkunun rengi, sesi olur mu? Olurmuş. Ben bunu orada gördüm. Gittiğimde Silvan’daki iki evden birinden ölü çıkmıştı. Çocuklarda, ilçede dolaşan insanlarda ilk adımımı attığım andan itibaren korkuyu anladım. Kitaptaki karakter de oraya gidip o havayı görünce, kendini ‘korkacak bir şey yok’ diye teskin eder.”
“Romanda kadınların kendilerini ancak ev içinde ifade edebildiğini görüyoruz. Öğretmenler de çok ciddi sıkıntılar yaşıyorlar… O dönem çok özel bir dönemdi çünkü Hizbullah hâlâ varlığını sürdürüyordu. Silvan’ın gerçeğiyse çok farklı. Benim gördüğüm fotoğraflarda kadınlar, mini etekli, şapkalı. Eskiden Diyarbakır’ın en modern ilçelerinden biriymiş. Bugün de benim gördüğüm zamanki gibi değil. Kadınlar gayet rahat dışarı çıkıyorlar. Ben oradayken o kadar az kadın gördüm ki… Veliler okula da gelmezdi. Çok azı Türkçe biliyordu zaten. Eve kapanmak zorunda da kalmışlardı. Mesela orada silah sesi duyunca antreye çökmek gerektiğini biliyor insanlar. Hep o seslerle geçmiş 5–6 yılları. Çocukları da var böyle bir bilgisi. Daha sonra birkaç tane öğrencimle bir araya geldik. O zamanları anlatırken, ‘Bizim için oyun gibi geliyordu’ dedi. Bana çok dokunmuştu.”
“Çocukların yaptığı resimlerde panzerlerin, bombaların olması yaşadıklarını nasıl normalleştirdiğini gösteriyor… Çocuklar hep gördükleri için panzer koyuyor resmine. En belirgin karelerden biri o. Öğretmen için çok ürkütücü bir şey. İlk resim dersinde, anne, baba, kırmızı çatılı ev, iki dağın arasından doğan bir güneş yapmalarını bekliyordum… Önüme panzerler, bombalar geldi. Ama dönüşmeye de çok elverişli çocuk aklı. Öğretirseniz o panzerlerin yerini hemen çiçekler alabiliyor.” (5)
Filiz Aygündüz’ün “Kentli Kadının Erkeklik Sınavı” kitabının tanıtımıysa gerçekliğin farklı bir alanından kesitler getiriyor:
“Aşk falan yok demiştim kızlara ama bal gibi de ilk görüşte aşktı bu. Hiç aklımdan çıkmıyordu Ömer. Son görüşmenin ardından, o ilk günlerin şanından sayılan, ‘arayacak mı, ya aramazsa’ telaşı başladı. Bu günlerin kurbanı bir kız arkadaş hep olur malum. Benimki de Suna’ydı. Günde kırk kez, telefon, mesaj, mail marifetiyle yiyip bitiriyordum Suna’yı. Bütün hikâyeyi en baştan gözden geçiriyor, Ömer’in her bir sözüne kırk tane anlam yüklüyor, bakışlarını yorumluyor, arayacağı zamanı kestirmeye çalışıyordum. Arada umudumu kaybedip kesin aramayacak diye karaları bağladığım da oluyordu, arasın diye akşamları totem yaptığım da…”
“Genç Mimar Deniz, bir hastanenin acil servisinde gördüğü Doktor Ömer’e âşık olur. Bir ‘ilişki’ istemediğini açıkça söyleyen Ömer, kırmızı çizgilerini koruyarak onunla birlikteliğini sürdürür. Ömer’le olabilmek için adamın bütün kurallarını kabul eden Deniz, ne gidebilir ne de kalabilir. Kendisini mutlu etmeyen bu aşkın içine hapsolmuştur.” (6)
Filiz Aygündüz ‘ün günümüzün kadın-erkek ilişkilerini masaya yatırırken, (bağlılık-bağımlılık, değersizlik-suçluluk duygusu, anlam arayışı-anlamsızlık kaygısı, sevilme arzusu-kaybetme korkusu ile) insan psikolojisinin de derinliklerine indiği belirtiliyor.
Asu Maro, Filiz Aygündüz’ün ikinci romanında bağımlı bir aşk yaşayan Deniz’in, aslında hayatının anlamını başkasında arayan kadınların hikayesini anlattığını söylüyor.
“O kadar çok beklediğim bir romandı ki bu. Numara yapacak değilim, yıllardır Milliyet ve Milliyet Sanat’ta birlikte çalışan, sabah kahvelerini karşılıklı içen, işten güçten, hayattan ve tabii ki aşktan meşkten konuşan, mutluluklarını ve de dertlerini paylaşan, kendi işlerine yaramayan ‘parlak fikirleri’ birbirine cömertçe veren iki arkadaşız biz Filiz Aygündüz’le. Dolayısıyla, onun ‘Kaç Zil Kaldı Örtmenim?’in üzerine yeni bir roman yazmakta olduğunu, bunun bir bağımlı aşk hikayesi anlatacağını, hepimizin hayatına ucundan kıyısından değeceğini elbette uzun süredir biliyordum. Yüzüp yüzüp kuyruğuna geldiğimizi de… Yine de ‘Prens Prensesi Sevmedi’ gerçek bir sürpriz oldu benim için. Allah için ser verip sır vermemişti bir kere, beni okur heyecanından mahrum bırakmamıştı, o yüzden meraktan ölerek bir solukta okudum Deniz’in hikayesini. Arada kıkırdayarak, arada gözlerimi silerek, sahiden sağlam ve işe yarar ‘fikirler’ edinerek… Ayrıldığımıza üzülerek de bitirdim. Çünkü Doktor Ömer’e bir görüşte âşık olup kendisini mutsuz eden ilişkinin içerisinde kanırta kanırta kalan Deniz, arkadaşları Suna ve Nazlı, o kadar kanlı canlı karakterlerdi, o derece bildik dertleri, tasaları vardı ve Filiz bunları o kadar güzel anlatmıştı ki bayağı arkadaşlarımdan ayrı düşmüş gibi oldum.” (7)
Filiz Aygündüz’ün özgeçmişi daha çok ikinci romanındaki gerçeklerle ilişkili gibi görünüyor:
“1971 yılında İstanbul’da doğdu. Mimar Sinan Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Matematik bölümü mezunu. Çeşitli liselerde matematik öğretmenliği yaparken, Topaz, Go, Cosmopolitan dergilerinde serbest muhabir olarak çalıştı. 1995 yılında Duygu Asena’nın çıkardığı kadın dergisi Kim ve kültür sanat dergisi Negatif’e yazmaya başladı. 1999 yılında öğretmenlikten istifa etti. Aynı yıl, Asena’nın dergileri kapandıktan sonra Milliyet gazetesi kültür sanat servisinde ve Milliyet Sanat dergisinde muhabirlik yapmaya başladı. 2007 yılında Milliyet gazetesi kültür-sanat servisi müdürü oldu. Milliyet Sanat dergisinde muhabirlik, editörlük, yayın koordinatörlüğü görevlerinde bulunduktan sonra 2008’de derginin genel yayın yönetmenliğine getirildi. Halen Milliyet gazetesi kültür-sanat servisi müdürlüğünü, Milliyet Sanat dergisinin ve Milliyet gazetesinin çıkardığı aylık kitap eki Milliyet Kitap’ın genel yayın yönetmenliğini yapıyor.” (6)
Kimse nerede ve ne zaman doğacağını, kim olacağını belirleyemiyor.
Sanatçılar gerçekle ilişkilerinin biçimini kendileri yaratabilir mi?
….
Söylenen sözler ne zaman gerçeği söyler, ne zaman büyük yalanlara dönüşür? Gerçeğin yalanı söylenmeli midir? Yoksa yalanların arkasındaki gerçekler mi bulunmalıdır? Sözle, yazıyla, nutukla atılan yorum başlıkları doğrulara mı götürür, yanlışlara mı? Halklar katillerle gurur duyulunca mı yükselir, acıları anlayıp yaraları sarmaya çalıştıkça mı?
Gerçeğin yalanı ölüm müdür? Yalanın gerçeği barış getirebilir mi?
Gerçek simgesel midir, nesnel midir? Öznel midir, gizemli midir?
Gerçeğin adı hangi dildedir? Peki, gülün adı?
İflah Olmaz Riyakârlığımız
“Yaşam yaşamıyor.” (Ferdinand Kürnberger)
Yüzleşme kültürünün olmadığı toplumlarda yozlaşmanın kapıları kolayca açılıverir. Yüzleşme adabının eksikliği, adaletsizliğin ve yolsuzluğun pervasızca yapılmasının güvencesi değil midir? Bu ortamın şımarttığı şiddet, nefret, düşmanlık ve yolsuzluk hayatımızı sarmalıyor. “Öteki”ne tahammülsüz bir toplum yaratmayı başaranlar, bu ülkeyi soyup soğana çevirirken, birbirlerine siyasi, dini, etnik hınç duyanlar, işsizlik oranlarını, borç batağı içinde oluşlarını, aç bilaç kalışlarını önemsemiyorlar.
Egemenler binlerce yıldan bu yana yarattıkları yapay problemlerle toplumları kutuplara ayırarak yönetmeyi başardılar.
“Bu bağlamda şiddet, baskı, haksızlık ve acı birikimleriyle yüzlememiş ve hesaplaşmamış olmak, günümüze toplumsal kutuplaşmanın daha da derinleşmesine, hukuk dışılığın bir norm haline gelmesine, öfke, nefret ve linç kültürünün yerleşik hale gelmesine yol açıyor. Bu durumun izdüşümlerini Türkiye’nin siyasal ve toplumsal tarihine geriye dönüp bakarak görmek mümkün. Bu nedenle, Türkiye’nin hiç vakit kaybetmeden “hatırlama kültürü” üzerine payandalandırılan bir geçmiş politikasına ve bu geçmişte yaşanmış tüm zülüm ve haksızlıkların cezasız kalmamasını sağlayacak bir geçmişle hesaplaşma sürecine girmesi gerekiyor. Bundan kaçınmak, bunu ertelemek unutulanın, unutturulanın ve en nihayetinde bastırılanın sadece ve sadece tahrip gücü daha yüksek bir biçimde geri gelmesini sağlar.” (1)
Seçimler yaklaşırken seçim hilelerinden ve seçimde muhtemel yolsuzluklardan bahsedilmeye başlandı. Varlıkları ve kuruluşları şaibeli parti ve siyasetçilerden namuslu icraatlar beklemiyoruz tabii. Burjuva sınıfı, eğitim kurumundan adalet kurumuna kadar her dokuyu kirleterek varlığını sürdürüp, ayakta kalabiliyor. Adam kayırma, torpilcilik, menfaatçilik, normal kabullerimiz arasına girmedi mi? Demirel’in hukuku hiçe sayan tutumları, Özal ahlâkı, Çiller zekâsı, AKP’ye sağlam bir zemin hazırlayarak bugünlere gelmemizi sağladı. ‘Atı hızlı gidenin terkisine binerim’ mantığıyla davrananlar, her dönem kapkaççı partilerin seçmen kitlesini oluştururlar. Kitlelerin sürüleşmesinden başka dayanağı ve desteği olmayan sermaye sınıfı, zaman kazanmak için her dönem kitleleri oyalacak sorunlar bulurlar. Kitleler kendi yaşamlarını ilgilendirmeyen sorunlarla cebelleşirken, geleceklerinin çalındığını göremezler.
Muhafazakârların ve milliyetçilerin, edebiyat, felsefe ve psikolojiye duydukları nefretin sebebini yüzleşmeye tahammülsüz oluşlarında görüyorum.
“Yüzleşme, ister kişisel ister toplumsal manada, bir arınmak, yenilenmek, yeniden başlamak iradesidir. Bir vicdani hesaplaşma ve muhasebe gayretidir. Eğer yeni olmayı, yenilenmeyi gerekli kılan gerçekleriniz varsa, onlarla yüzleşmeden, ne yeni ne de yenilenmiş olursunuz. Yüzleşme aynı zamanda bir kültürel gelişme düzeyi ve ölçüsüdür. Özeleştiri kültürü olmayan,”unutalım gitsin” kolaycılığıyla kendini idame ettiren toplumlarda, bu yüzden, yüzleşme, zor ve sancılı bir süreç olmaktadır. Çünkü bir yandan yüzleşmeyi dayatan, üzerinden yüzyıl da geçse peşinden gelen gerçeklerin vardır ve bir yandan korkakça bu sorumluluktan kaçınıyor, erteleyip duruyorsundur. Ve bu, yüzleşmenin anlam ve ağırlığını artırmaktan başkaca hiçbir sonuç üretmez.
Yüzleşme, ülkemiz özgünlüğünde barış içerisinde bira arada yaşama ve geleceğine güvenle bakma özlemimizin cevabıdır. Çünkü etnik, dinsel, kültürel çeşitliliğiyle anlamlı, değerli olan ülkemizin “kendi” olabilmek çabası, ancak tutarlı bir yüzleşme iradesiyle karşılığını ortaya çıkartabilecektir. Bu nedenle yüzleşme deneyim ve sürecini, demokratik değişim ve yeniden yapılanma istem ve beklentilerimizin en temel motivasyon zemini olarak anlamamız, anlamlandırmamız gereği var. Zamanın ruhunu ve aslında bir geleceğini doğru inşa etme bilimi görmek gereken tarihini kavramak, ancak bu duyarlılığa sahip olmamızla mümkün ve olanaklıdır.” (2)
Viktoryen ahlâk ve Protestan müslümanlığın bu ülkede kapitalizmin ruhunu var ettiğini tespit etmeden boş eleştirilerle oyalanırız. Ülkenin siyasi ikliminin, üst yapı kurumlarını ve halkın ruh sağlığını nasıl etkilediği ve belirlediğini yaşayıp gördük. Edebiyat, sanat, eğitim ve medya kurumunun savruluşlarına hepimiz tanık değil miyiz? Neo-liberallerin dümen suyuna takılan münevver sınıfı, tutarlı ve radikal bir çizgi izlemekten bir günah işleyecekmiş gibi uzak duruyor. Hükümetin uygulamalarını kınayanların eline geçen gücü ve fırsatları kullanma konusunda onlardan bir farklarının olmadığını her defasında ispatladılar. Örneğin sanat edebiyat ödülleri dağıtma hususunda otorite(!) olanlar, adam kayırmacılıkla, zevksizlik ve ruhsuzlukla bunları yapmaktan usanmıyor ve utanmıyorlar. Sanatı ve edebiyatı egemenlere peşkeş çekmeyi marifet sayanlar, adeta babalarının malından ulufe dağıtır gibi davranıyorlar.
Okumadıkları, incelemedikleri, izlemedikleri eserlere peşinen ödül dağıtan bir zihniyetin, feodal toprak ağalarının ahlâkından, kültüründen bir farkları var mıdır?
Başkalarına haksızlık yapma hakkını ve gücünü kendilerinde nasıl buluyorlar, anlamıyorum.
Düşünce namusu yoksunu ve duygusal zekâ yoksulu olunca her yol mübâh oluyor. Her türlü hileden uzak durulmasının milli şuur ve ahlâk olduğu vaazını verenler, ikiyüzlülüğü, riyakârlığı, kaypaklığı topluma şırınga etmeyi başardılar. Viktoryen ve Jakoben burjuvazi her yıl devlet bütçesinden Tır’lar dolusu parayı Diyanet için ayırırken, diğer yandan dinin çağdışı olduğunu, dinin cahillerin ve ayak takımının uğraşı olduğunu ısrarla anlatmayı sürdürüyor.
Bir yanda Kurtuluş Savaşı verilirken, diğer yanda Sovyetler Birliği’nin Kuvay-ı Milliye’ye yardım için gönderdiği altınların nerede, nasıl iç edildiği tartışmaları şanlı tarihimizin sayfalarında yer alıyor. (Bkz: TBMM Gizli Celse Zabıtları, 1920–1922, İşbankası yayınları)
Banka ortağı, holdinglerin uşağı partilerin hak ve adalet uğrunda ne yapabileceğini sanıyoruz? Hak arama kuruluşları olan sendikaların, meslek odalarının bilakis emekçi sınıfı bir kavanozun içine hapsederek kıpırdamalarına engel olan aygıtlar olduklarını yaşayarak deneyimledik.
“Dünya dediğimiz toplum, bir sürü karşıt küçük çıkarların çatışmasından başka bir şey değil; kendine güvenen, savaşan, biri öteki tarafından sırayla aşağılanmış, yaralanmış ve ertesi gün bir bozgunun tiksintisinde, uykusuzluğun zaferinde cezasını çekmiş bütün gururların sonsuz bir kavgasından başka bir şey değil. Ertesinde hemen ezilmiş olma pahasına bir an dikkatleri üzerimize çektiğimiz bu yerde yalnız yaşamak, bu sefil kavgada hiç yaralanmış olmamak, hiç yaşamamak, varoluşu olmamak demektir. Zavallı insanlık!”
“Yaşam yaşamıyor.” (Ferdinand Kürnberger)
“Bu bağlamda şiddet, baskı, haksızlık ve acı birikimleriyle yüzlememiş ve hesaplaşmamış olmak, günümüze toplumsal kutuplaşmanın daha da derinleşmesine, hukuk dışılığın bir norm haline gelmesine, öfke, nefret ve linç kültürünün yerleşik hale gelmesine yol açıyor. Bu durumun izdüşümlerini Türkiye’nin siyasal ve toplumsal tarihine geriye dönüp bakarak görmek mümkün. Bu nedenle, Türkiye’nin hiç vakit kaybetmeden “hatırlama kültürü” üzerine payandalandırılan bir geçmiş politikasına ve bu geçmişte yaşanmış tüm zülüm ve haksızlıkların cezasız kalmamasını sağlayacak bir geçmişle hesaplaşma sürecine girmesi gerekiyor. Bundan kaçınmak, bunu ertelemek unutulanın, unutturulanın ve en nihayetinde bastırılanın sadece ve sadece tahrip gücü daha yüksek bir biçimde geri gelmesini sağlar.” (1)
“Yüzleşme, ister kişisel ister toplumsal manada, bir arınmak, yenilenmek, yeniden başlamak iradesidir. Bir vicdani hesaplaşma ve muhasebe gayretidir. Eğer yeni olmayı, yenilenmeyi gerekli kılan gerçekleriniz varsa, onlarla yüzleşmeden, ne yeni ne de yenilenmiş olursunuz. Yüzleşme aynı zamanda bir kültürel gelişme düzeyi ve ölçüsüdür. Özeleştiri kültürü olmayan,”unutalım gitsin” kolaycılığıyla kendini idame ettiren toplumlarda, bu yüzden, yüzleşme, zor ve sancılı bir süreç olmaktadır. Çünkü bir yandan yüzleşmeyi dayatan, üzerinden yüzyıl da geçse peşinden gelen gerçeklerin vardır ve bir yandan korkakça bu sorumluluktan kaçınıyor, erteleyip duruyorsundur. Ve bu, yüzleşmenin anlam ve ağırlığını artırmaktan başkaca hiçbir sonuç üretmez.
Yüzleşme, ülkemiz özgünlüğünde barış içerisinde bira arada yaşama ve geleceğine güvenle bakma özlemimizin cevabıdır. Çünkü etnik, dinsel, kültürel çeşitliliğiyle anlamlı, değerli olan ülkemizin “kendi” olabilmek çabası, ancak tutarlı bir yüzleşme iradesiyle karşılığını ortaya çıkartabilecektir. Bu nedenle yüzleşme deneyim ve sürecini, demokratik değişim ve yeniden yapılanma istem ve beklentilerimizin en temel motivasyon zemini olarak anlamamız, anlamlandırmamız gereği var. Zamanın ruhunu ve aslında bir geleceğini doğru inşa etme bilimi görmek gereken tarihini kavramak, ancak bu duyarlılığa sahip olmamızla mümkün ve olanaklıdır.” (2)
“Dünya dediğimiz toplum, bir sürü karşıt küçük çıkarların çatışmasından başka bir şey değil; kendine güvenen, savaşan, biri öteki tarafından sırayla aşağılanmış, yaralanmış ve ertesi gün bir bozgunun tiksintisinde, uykusuzluğun zaferinde cezasını çekmiş bütün gururların sonsuz bir kavgasından başka bir şey değil. Ertesinde hemen ezilmiş olma pahasına bir an dikkatleri üzerimize çektiğimiz bu yerde yalnız yaşamak, bu sefil kavgada hiç yaralanmış olmamak, hiç yaşamamak, varoluşu olmamak demektir. Zavallı insanlık!”
0 yorum