İlyada’nın Öyküsü
İlyada birkaç yıl, hatta birkaç yüzyıl önce yazılmış bir yapıt olsa kuşkusuz böyle büyük ilgi çekmez, çok değerli bir kaynak olup zamana meydan okumayı, ününü sürdürmeyi hep başaramazdı. Yirmi beş yüzyıl öncesine uzanması, insanın öyküsünü bugün anladığımız anlamıyla ilk anlatan olması, onu insan düşüncesinde ve edebiyat tarihinde çok özel bir yere yerleştiriyor.
Şimdilerde moda olduğu söylenebilecek çoklu okumalara ve farklı yorumlara açık olma, okuyucunun katılarak yaşatmasını sağlama gibi yaklaşımların etkisinin İlyada’da fazlasıyla bulunduğu söylenebilir.
Homeros’un yaşamı ve İlyada’yla ilgili yazılanların çokluğuna karşın yine de temel kaynak, ozanın söylediklerinden ve yazıya aktarılabilenlerden kalanların, günümüze ulaşan destanların kendisi olmalı.
Bu topraklarda yaşayan insanlar olarak Hisarlık tepesinin bulunduğu yerlere gidebilmek, Troya’nın katlarının üzerinde gezebilmek, geçmişin görüntülerini bugünün toprağının ve çimenlerinin üzerinde hissedebilmek de bizim için bir ayrıcalık.
İlyada’nın öyküsü Homeros’a ve ondan epey önce söylenen diğer destanlara uzandığı için çok uzun, bu zor arayışta destanın kendisi ve Azra Erhat’ın ön sözü çok iyi başlangıç noktaları sağlıyor. (1, 2) Edebiyat ve bilim tarihi de önemli kaynaklar getiriyor. Troya’nın geçmişi ve Homeros’un yazdıklarının tarihten günümüze süren etkisi sonu kolay gelmez bir araştırma konusu. Resimden sonra sinemada da bir temel oluşturabilen bu büyük kaynakla ilgili yazılmış on binlerce kitaba her an yeni kitaplar eklenmesi şaşırtıcı değil.
….
Homeros ve İlyada’yla ilgili derleyebildiklerim Kitap Arkası’nda (1, 2) bulunabilir.
Sinema için yapılan “Perde Arkası” programlarından esinlenerek bir kitap tanıtımı yazmayı düşünmüştüm.
Sinema, üretim sürecinde çok kişinin katkısını gerektiren ve endüstrileşmiş bir alan. Perdeye yansıyanın dışında kalan pek çok süreç, anlatılması ve anlaşılması güç ayrıntılar, verilmesi gerekli ve anlamlı olabilecek bilgiler var. Kitaplarınsa söyleyeceklerini zaten yazdıklarıyla anlatmış olmaları beklenir.
Oysa her iki alanda da yönetmenin ve yazarın yapıt ortaya çıkarken yaşadığı koşullar, bunun öncesi ve aradan zaman geçtiyse sonrası önemlidir. Ürünü sağlıklı değerlendirmeler yaparak ve doğru bir yere oturtarak tartışabilmek için çoğu kez çok fazla ek ayrıntıyı bilmek gerekir.
İlyada’yla ilgili yazmaya çalışırken amacımın nesnel değerlendirmeler, güçlü eleştiriler yapmak olamayacağını gördüm. Yalnızca kendi yaklaşımlarıma göre nasıl baktığımı ve önem verdiğim yanları anlatmaya çalışabilirdim. Kitabın ister içinde, ister arkasında olsun.
….
İlyada’nın öyküsü Homeros’tan önce yazılmış destanlardan başlıyor. Bilim dünyasında Troya’nın varlığına inananlar ve inanmayanlar, destanların bütünlüğüne inanıp onları korumak isteyenlerle uygunsuzlukları atarak daha tutarlı duruma getirmeye çalışanlar arasında uzun tartışmalar olmuş. Azra Erhat kendi görüşünü İlyada’nın, “Homeros adında Anadolulu bir ozanın İ.Ö. dokuzuncu yüzyıl sularında yarattığı bir destan” olduğunu söyleyerek açıklıyor.
Hisarlık tepesini kazarken yaptığı yanlışlara, bulduğu defineyi kaçırmasına karşın iki bilim kolunun birleşmesine yol açan Heinrich Schliemann’ın önemli katkıları olmuş. İlyada gibi efsaneye dayalı destanların tarihsel temellerinin, filoloji ve arkeoloji araştırmalarıyla bilimsel olarak aydınlatılabileceği anlaşılmış.
Schliemann’ın öyküsüyle ilgili de çok sayıda kaynak bulunabiliyor. Philipp Vandenberg, kitabında Troya’nın yeniden keşfinin onda nasıl bir tutku haline geldiğini şöyle anlatıyormuş:
“Troyanın üzerine çöken boğucu yaz sıcağı henüz etkisini kaybetmemişti. Schliemann ilk geceyi kuş sürülerinin ve binlerce ağustos böceğinin kulakları çınlatan gürültüsü eşliğinde, Hisarlık’ın toprak zeminine yatarak geçirmişti. Karanlığa gömülmüş heybetli tepe önünde uzanıyor ve gizemiyle onu heyecana boğuyordu. Orada sanki Homerik yaratık Polyphem çıplak zeminde uykuya yatmıştı. Nereden başlamalıydı? Schliemann’ın gözleri uyuyan bir canavara dönüşmüştü. Karanlıkta toprak zemine baktıkça, beyaz mermerden yapılmış tapınak ve sarayları, merdivenleri, sunakları, cadde ve meydanları, değerli heykelleri, paha biçilmez kaplarıyla, Homeros kahramanlarının süslü şehri Troya gözlerinin önünde canlanıyordu. Hayır, Homeros’un dokunaklı bir şekilde tarif ettiği bu şehir, Hades’te iz bırakmadan kaybolmuş olamazdı, İlyon varlığından izler bırakmış olmalıydı ve Heinrich Schliemann onu mutlaka bulacaktı.” (3)
Leo Deuel de Schliemann’ın yazılarından, mektuplarından ve kazı raporlarından yararlanarak bir kitap oluşturmuş. (4)
….
İlyada’yla ilk kez bir kitapta karşılaşmakla sinemada karşılaşmak arasında epey fark olmalı. Homeros’un sözlerinin çizdiği resimlerin yerini gümüş perdedeki oyuncular alınca düş gücünün etkisi biraz azalıyor.
İlyada’yla ilgili aklımdaki ilk dize radyo günlerinden kalma:
“Anlat ozan anlat, Ahileus’un öfkesini anlat.”
Azra Erhat ve A. Kadir’in çevirisiyle İlyada şöyle başlıyor:
“Söyle, tanrıça, Peleusoğlu Akhilleus’un öfkesini söyle.”
Radyodaki uyarlamayı kim yapmıştı, orada Olympos’un tanrıları var mıydı bilmiyorum ama Troya filminde Zeus’u, Here’yi, Ares’i, Aphrodite’yi, Athena’yı, Hades’i, gökyüzünün insanlar dünyasını karıştırırken kendi aralarında da didişmeleri hiç bitmeyen bu gözlemcilerini hiç görmüyoruz, sözlerini bile işitmiyoruz. Azra Erhat, Homeros’un destanlarında insana benzeyen tanrılar bulunmasının tek tanrılı dinlere inanılan yeni dönemlerde yadırgandığını söylüyor.
Olympos’un, küçük insanların kaygılarına benzer sıkıntılarla sürekli boğuşan büyük sakinlerinin sinemadaki öyküde yer bulamamasının nedeni de bu olabilir mi?
….
İlyada’da tanrıların epey geniş yeri var. Kendimizi yalnızca savaşan Akhalar ve Troyalıların değil, gök katındaki tanrılarının da arasında buluyor, onları yakından tanıyoruz. Savaş tanrısı Ares’ten Zeus bile yakınıyor:
“Olympos’ta oturan tanrılar arasında
benim en iğrendiğim tanrısın sen,
hep hırgür, kavga, savaş işin gücün,”
Argoslulara saldırmak için can atan Hektor bir şey demeden geçip gidiyor. Onun yumruğu altında ezilen Argoslular ne dönüp karanlık gemilerine kaçabiliyorlar, ne de savaş alanına saldırabiliyorlar. Ares’in Troyalılarla bir olduğunu görüp geriliyorlar, pusuyorlar.
Zorlu savaşta Argosluların kırıldığını gören ak kollu tanrıça Here gök gözlü tanrıça Athene’ye kanatlı sözlerle sesleniyor:
“Eyvah, Kalkanlı Zeus’un gücü tükenmez kızı,
göz yumarsak uğursuz Ares’in çılgınlık etmesine,
Menelaos’a boşuna söz vermiş olacağız.
Güzel surlu İlyon’u yok edip yurduna dönecekti o.
Gel takınalım saldırma gücümüzü.”
Athene altın alınlıklı atları arabaya koşup işe koyulurken Here, Olympos’un en sivri yerinde bulduğu tanrıların en ulusu Kronosoğlu Zeus’a soruyor:
“Zeus baba, kızmıyor musun Ares’in bu zorbalığına?
Akhaların bir sürü iyi erlerini yok etti körü körüne,
ne sağı var onun, ne solu.
Ben üzülüp dururken burada,
Kıbrıslı tanrıçayla Apollon, gümüş yaylı,
bu hak bilmez akılsız tanrıyı salıyorlar savaşa,
kendileri de yaşıyorlar keyiflerince.
Bir tokat aşkedip, savaştan atarsam Ares’i
gücenir misin bana, Zeus baba, söyle.”
Zeus’tan aldıkları izinle yola koyuluyorlar:
“Tanrıçalar, Argoslulara yardım için can atarak
ürkek güvercinler gibi gidiyorlardı seke seke.
Gelip durdular en çok yiğit nerede varsa.
Kral Diomedes’in çevresini sarmıştı yiğitler,
çiğ et yiyen arslanlar gibiydi onlar,
güçlü yabandomuzları gibiydiler.”
Argosluları kışkırtıp savaşma gücü veriyorlar:
“Utanın Argoslular, utanın be,
görünüşte alımlı, gösterişlisiniz ama
aşağılık, korkak heriflersiniz gerçekte.
Tanrısal Akhilleus savaştayken, Troyalılar,
çıkamazdı Dardanos kapılarından dışarı,
ödleri kopardı onun amansız kargısından.
Şimdiyse çıkmışlar kentin dışına,
koca karınlı gemilerin yanında savaşmadalar.”
Tanrıçaların destek verdiği Argoslularla Troyalılar çarpışırken savaş tanrısı Ares de Pallas Athene’nin yönelttiği kargıyla karnından yaralanıyor:
“Ares kavgasına tutuşmuş dokuz on bin kişi,
savaşta nasıl bağırır çağırırsa,
tunç Ares de öyle bağırdı.
Akhalarla Troyalıları yakaladı bir titreme.”
Ares çabucak Tanrılar evi sarp Olympos’a varıyor, Kronosoğlu Zeus’un yanına oturuyor, canı yanıyor, çok acı çekiyor, yarasından akan ölümsüz kanı gösterip kanatlı sözlerle yakınıyor:
“Bu zorbalıklara kızmıyor musun Zeus baba,
biz tanrılar, en dayanılmaz acıları
hep de birbirimizden çekeriz,
insanların gönlü olsun diye.”
Bulutları devşiren Zeus yan yan bakıp diyor ki:
“Böyle ağlaşıp durma dizimin dibinde, dönek,
Olympos’ta oturan tanrılar arasında
benim en iğrendiğim tanrısın sen,
hep hırgür, kavga, savaş işin gücün,
ele avuca sığmaz huysuzluğun, biliyorum,
anandan gelme sana, Here’den,
ben de ona zorla dinletirim sözümü,
onun öğütlerinden geldi başına, ne geldiyse.” (1, 2)
….
Sinema, edebiyattan çok sonra ortaya çıkmış bir sanat dalı. Günün birinde İlyada’nın gerçek bir sinema uyarlaması yapılabilir mi? Petersen’in Troya filmi (5) tüm öyküleri alıştığı kalıpların içine sıkıştıran standart ticari sinema yaklaşımının dışına pek çıkamıyor. Sanatlog’da Spielberg’in bir filmiyle ilgili değerlendirmede (6) “Homerosçuluk oynamak” sözü kullanılmış. Yöntemler değişse de kavgaların özü şimdilik pek değişmediği için, bu oyunlar yeni biçimlerde daha epey oynanacak gibi görünüyor.
….
İlyada çalışmamın ilginç sonuçlarından biri tarihle güncelin savaşından doğan bir öykü oldu. Taipidos’un öfkesiyle (7) acı bir gerçeği bir kez daha gördüm. Amansız kavgalar bitip kalıcı barış sağlanmadığı sürece vahşeti anlatmanın daha iyi yollarını aramak boşuna olabilir. Çocukların, gençlerin, kadınların, halkların üzerine nefret ve savaş tanrılarını gönderen yeni kralların, Zeus’a adaklar adayarak dört bir yanı kana boğan eski meslektaşlarından daha uygar oldukları söylenemez.
Bir Kara Kitap Güzellemesi: Ya İçindesindir Romanın ya da Dışında
“Günlük yaşamdaki basit bir olay, kurmacanın dünyasına girildiği andan başlayarak çok karmaşık bir nitelik kazanabilir.”[1] Aslında bu söz Kara Kitap’la ilgili çoğu şeyi daha kabul edilebilir kılıyor. Ne ki, Pamuk eserinde buna benzer bir önermeyi çok daha önceden paylaşmış bile:
“Her hayat benzersizdir. Her hikâye bir eşi olmadığı için hikâyedir.”
Eserde nitelik denen etki, her ne kadar ‘çoksatar’ olarak adlandırılan, hayli dejenere ve bir çeşit sanat düşmanı kitaplarda, mümkün olduğunca aksiyon –ne yazık ki ‘aksiyom’dan hayli uzak ve indirgenmiştir bu kitaplar- ve olay odaklı gelişen, ‘sürükleyiciliğin’ esas alındığı ve gerçekten de okurken insanı süründüren yapıtlarda, hayli değişken bir şekilde ele alınmıştır. Bu yönüyle Pamuk’un Kara Kitap’ı postmodern kurmacaya göz kırptığı sırada, ‘çoksatar’ın haksız kazancına da bir şerh olarak addedilebilirdi. Pamuk’un çoksatar’ın karşısında olmaması[2] bu üstü kapalı kinayeyi hiç de yoksaydıramaz okuyucuya.
Sahi, okuyucu Kara Kitap’ı neden alır-okur? Olayı mı merak eder Pamuk’u mu? Sartre burada yardımcımız olabilirdi –okuyucunun ödevi, metnin ödevi vd.- Fakat Pamuk böyle derinlemesine bir incelemeye gerek duymamızı engelliyor. Zira romandaki tüm olay arka kapaktaki açıklamada (scolie) verilmiş. On dokuz kelimelik bir mektubu ardında bırakıp giden karısı Rüya’yı arayan Galip’in, yakın akrabası ve saygın köşe yazarı Celal’in, şifreler ve inanılmaz bilgilerle dolu yazılarını takip ederek ‘arayışının’ hikâyesidir bu roman. Peki, ama Galip’in aradığı kimdir-nedir? Galip, Rüya’yı mı aramaktadır Celal’i mi, yoksa kendini mi? Galip için –tıpkı Oblomov’daki gibi- bir zamansallık sıkıntısı hâsıl olur bu durumda. Çünkü Galip doğrusal bir edimle yola çıkmışsa da döngüsel bir edilgenliğe sürüklemiştir kendini. Yüzler arasında yaptığı yolculukta, kendi yüzünü kaybetmek pahasına girdiği bu yolda, Rüya’yı da, ‘arayış’ ideasını da kaybetmiştir çoktan:
“Okumak, aynanın içine bakmaktır, aynanın arkasındaki ‘sırrı’ bilenler öteki tarafa geçerler, harflerin sırrından haberdar olmayanlar ise bu dünya içinde kendi yüzlerinin yavanlığından başka bir şey bulamazlar.”
Varacağı sonuç da tıpkı edilgenliği kadar trajiktir:
“Hiçbir zaman kendisi olamaz insan.”
Her ne kadar Tolstoy’un, kendini yazan yazarın iyi yazar olmadığı savını inkâr etmesek de, birçok yönüyle bu önermeyi çürütüyor Pamuk. Zira romanda gerçeklikten ziyade ‘inandırıcılık’ arar okuyucu –bu, Tolstoy dönemi için pek geçerli sayılmazdı, evet-. Çünkü ve zaten okuyucu saf bir güvenle, kendini metne ve yazara vermiş olacaktır kitap boyunca. Bu nedenle Pamuk, “1988 Kasımında, kitabı kısa bir süre bitirmek üzere Erenköy’deki on yedi katlı apartmanın tepesindeki boş bir daireye kapandığında”[3], Celal olarak, Galip olarak kazıyıverir Kara Kitap’a kendini. Hatta bu ‘saf yazar’ kendini o denli vermiştir ki romana, bir yazar olarak nazlı nazlı girdiği ‘yazı evi’nden, hem Celal hem de Galip olarak çıkıvermiştir beş sene sonra ve araya bir roman, birkaç tane de roman taslağı sıkıştırarak[4]. Pamuk bir başyapıt ortaya koyduğundan her yazar gibi pek de haberdar değildir. Hatta beş sene boyunca boşu boşuna bu kadar uğraştığını düşünerek içlenmektedir de.[5]
Kara Kitap’taki İstanbul tasviri, Pamuk’un sıyrılamadığı o eski İstanbul küçük-burjuva-ailesinden hiçbir yönüyle ayrılmaz. Hatta o denli içkin ve sarsılmazdır ki bu yapı, İstanbul ve Cevdet Bey ve Oğullarıeserlerinde de kendini ortaya koymaktan bir an bile imtina etmemiştir. Zira Pamuk’un en naif hassasiyetidir İstanbul; tıpkı Joyce’un Dublin’e ya da Dostoyevski’nin St. Petersburg’a duyduğu gibi:
“Hayatımın başka dönemlerinde de İstanbul kalabalıkları içerisinde soluk alıp verirken umutsuzluk ve acıyla şehrin boş, bomboş olduğu duygusuna kapıldığım zamanlar olmuştur.”
‘Diğerleri’nden ayrıldığı nokta ise, romandaki İstanbul, bildiğimizin çok daha ‘öte’sinde –aslında öylesine içerdedir ve biz bunu kabullenemeyiz; bu muhteşem kaosun ayırdına varamamaktan suçluluk duyarız yoksa- bir sapsarı İstanbul’dur. Alaaddin’in dükkânından Şehrikalp Apartmanı’na, Teşvikiye Caddesi’nden Milliyet gazetesine her bir imge –ki Alaaddin’in dükkânı muazzam bir metafordur aynı zamanda- Doğulu bir hattatın elinden çıkmışcasına kusursuz ve özenlidir. Pamuk’un oryantalizm anlayışı birçok yönüyle Maalouf’tan ayrılırken işte bu mülhem ayrıntılar göze Selim Işıkvari bir parıltıyla çarpar. Sahi Pamuk’u Oğuz Atay’la karşılaştırmak istesek hangi konularda ayrılırlar? Şüphesiz bu oryantalizm meseli sıkı bir edebi tartışmaya konu olacak nitelikte (o nedenle bir sonraki buluşmalarda bu konuya değinmeyi ümit ediyorum.)
Dilbilimsel açıdan Kara Kitap ele alındığında “kötü yazar iyi romancı olur mu?” sorusunu gündeme getirmeden olmaz. Aşikâr, Pamuk’la yeni tanışanlar için, onun romanları bir çeviri roman izlenimi verebilir kolaylıkla –hem de kötü bir çeviri- Dizgi hatalarından anlam kaymalarına, anlatım bozukluklarından kelime yanlışlarına kadar birçok hata Tahsin Yücel hocamızın da zevkle yaptığı gibi çıkarılabilir. Zira bu hataları, ömrünü dilbilime adamış yazarların dahi yaptığını göz önünde bulundurursak, her ne kadar Pamuk’un bu konudaki eksiği tamamlanmayacaksa da, bu denli derin bir eseri yeraltından yerin dibine indirgemek pek de adil olmayacaktır.
Modern-post-modern, biçim-biçem, yalan-gerçek, intihal-orijinal derken ve İlber Ortaylı’ya rağmen ortaya çıkan bu başyapıtla ilgili yazılacak, söylenecek çok şey olduğu su götürmez bir gerçek (zira çoktan yapıldı bile; Kara Kitap Üzerine Yazılar, İletişim Yayınları). Biz burada, yalnızca kuşbakışı bir görüyü sunmakla yetindik. Şüphesiz, her okuyuşunda, insana bir başka şey öğreten-hissettiren-düşündüren-yaşattıran bir eser Kara Kitap. Uykusuzluk sebeplerinden biri-başlıcası. Murat Uyurkulak’ın lise mezunu bir yazar olmasının sebebi (üniversite sınavlarının zorluğu ve Türkiye’deki eğitim sisteminin da ufak bir payı olsa gerek.) Ve her güzel şey gibi İstanbul kokulu.
Kendiniz olabilmeniz ümidiyle…
Toprak + İçimizdeki Ermeni + Lupo’nun Seçimi
Buket Uzuner, gezegenimizin, yeryüzünün “rahmi” toprağın romanını yazıyor. 35 edebiyatçı içimizdeki “Ermeni’ye” yazılmış metinlerle geliyor. Psikiyatr Gülseren Budayıcıoğlu, mesleki deneyimini romana aktarıyor. Lupo’nun Seçimi’nde Fatih Sultan Mehmet ve srdaşı Lupo’yla maceradan maceraya atılıyoruz. “Ahmet Müfit”, 50’lerde Almanya’da yaşayan bir Türk’ün Neo-Nazi’lere karşı verdiği amansız mücadeleyi anlatıyor.
kadir ulutas

0 yorum