Yunan Tragedyasının Modernizasyonu: Scarface

Hamartia (Telaffuz: Amartia / Hamartia / Hamarşia) Yunanca bir kelimedir ve antik tragedyada karakterin yıkımına sebep olan ölümcül hata ya da kusur (Tragic Flaw) anlamına gelir. Aristo’nun Poetika’sı başta olmak üzere anlatıyla ilgilenen birçok temel eserde bu anlamda kullanılmaktadır. Ödipus’un zekâsı, kibri ve hakikati keşfetme arzusu, Phaedra’nın yasak aşkı, Macbeth’in yükselme hırsı, Othello’nun kıskançlığı, Hamlet’in kararsızlığı en bilindik Hamartia örnekleridir. Aynı sözcük tıpta tümör benzeri bir doku bozulmasını tasvir etmek için de kullanılır. Öte yandan, yine tragedyadakine benzer bir anlamda başka bir önemli eserde daha geçmektedir: Yeni Ahit.
Hamartia ifadesi İncil’de toplam yüz elli bir defa geçer ve yaklaşık olarak şu anlamlarda kullanılır: hedefi ıskalamak, hata yapmak, yanılmak, günah işlemek, dürüstlük ve namus yolundan sapmak, ilahi kanunları ihlal etmek, tanrının düzenine saygısızlık ve hakaret, kutsala tecavüz. Aşağıdaki satırlarda kelimenin hem anlatı disiplinindeki hem de kutsal metinlerdeki biçimiyle her iki anlamına da temas etmeye çalışacak ve senaryosunu Oliver Stone’un yazdığı, Brian de Palma’nın filme aldığı 1983 tarihli Scarface adlı eseri bu bağlamda okuyacağız.
al-pacino-filmleri
Bölüm 1: Karakter Odaklı Bakma Biçimi
Tragedya ve din tabanlı altmetne geçmeden önce başlangıç olarak filmin sinematografik niteliklerine bir göz atalım. Öncelikle filmdeki mekân algısının karakter odaklı şekillenişi açık olarak dikkati çekmektedir. Hollywood filmlerinde sık karşılaşılan bu yöntem doğanın sadık bir temsilinden (mimesis) ziyade karakterin dünyayı algılama biçimini ekrana getirir. Hem diégétique hem de extradiégétique düzlemde tüm görsel ve işitsel ögeler karakterin ruh halindeki değişimlere paralel olarak tasarlanır. Tıpkı on dokuzuncu yüzyıl Fransız Romantizminde şairlerin doğayı kendi karamsar ruh hallerine uygun metaforlarla ifade etmeleri gibi, ele aldığımız filmde de dış gerçekliği şekillendiren temel unsur karakterin iç dünyasından başka bir şey değildir.
Filmin protagonisti anti-hero Tony Montana, Castro’nun komünist rejiminden sürülüp Amerika’ya geldiğinde yeni bir hayata başlamanın umuduyla doludur. Bu ruh hali ekrana çoğunlukla gündüz çekimleri ve sıcak sarı renklerin hâkim olduğu aydınlık sahneler biçiminde yansır. Montana’nın hikâyenin başındaki gümrük sahnesinde belirttiği üzere, Amerika onun için komünizm diktasından kurtuluş ve bireysel özgürlük demektir. Karakterin hayatında yeni bir sayfa açılmaktadır, özgürlük temalı bir sayfa.
sanatlog.com-sinema-sitesi
“Komünizmi seviyor musun? Ne yapacağını, ne düşüneceğini, ne hissedeceğini söylerler. Orada herkes koyun gibidir, günde on saat çalışırsın ve karşılığında kendine ait hiçbir şeye sahip olamazsın, yaptığın ve söylediğin her şeyi gözetleyen muhbirler vardır. Bana günde üç öğün ahtapot yediriyorlardı, içim dışım ahtapot olmuştu.”
“Babam beni sinemaya götürürdü. Humphrey Bogart, James Cagney, konuşmayı onlardan öğrendim. Günün birinde Amerika’ya geleceğimi hep biliyordum.”
Hikâyenin ilk çeyreğinde, aydınlık sahnelere ek olarak, karakterin umut dolu ruh halini ifade eden diğer ögelerden bazıları şunlardır:
Karakterin giyim kuşamı bulunduğu ekonomik sınıfı değil, Amerikan yaşam tarzına olan özlemini yansıtan türden renkli Hawaii gömlekleridir.
İlk çatışma sahnesinin yer aldığı mekâna gün ışığında üstü açık bir arabayla ulaşılır. Etrafta plaja giden yarı çıplak insanlar göze çarpar. Arabanın teybinde eğlenceli bir Küba müziği çalmaktadır.
Çatışma sahnesinin ardından düşmanlarını öldürerek uyuşturucu ve parayı ele geçirmiş olan Montana’yı kızıla boyalı bir gökyüzü altında, sahil kenarında işverenine telefon ederken görürüz. Güneş batmaktadır. Bu sahnede kamera, hareketine hâlâ bir parça aydınlık olan batı yönünden başlar ve çoktan karanlığa gömülmüş olan doğu yönüne kayarak sahneyi tamamlar. Aydınlıktan karanlığa doğru gerçekleşen bu hareket sırasında kadrajın odak noktasında Montana yer alır. Başarıya ulaşmış, kanunsuz iş hayatında bir basamak tırmanmıştır. Film boyunca çıktığı her basamakta dünya biraz daha kararacaktır. Bu bakma biçimi klasik Stoacı görüşü akla getirir. Yalnızca fakir ve mütevazı insanların mutlu olabileceği, oysa toplumsal basamakları tırmandıkça havanın soğuyup karanlığın çökeceği türünden bir dünya görüşü. Seneca günümüzde hâlâ yaşıyor olsaydı, belki de Oliver Stone’la aynı senaryoyu yazardı.
kara-film-yazilari
Bölüm 2 – Başkaldıran İnsan
“Başkaldıran insan, kutsalın ötesinde, bütün yanıtların insani, yani akla uygun olarak belirlenmiş olduğu bir düzen isteyen insandır.” – Albert Camus
Yirminci yüzyılın özeti sayılabilecek olan bu ifade “Başkaldıran İnsan”, Albert Camus’nün de belirttiği üzere, “Başkaldırıyorum, öyleyse varız!” (Je me révolte, donc nous sommes) diyen insandır. Camus’ye göre başkaldırı eylemi bireysel bir edim olarak başlar, toplumsal bir edim olarak sonuçlanır. Özgürlüğün, adaletin ve hakların güvencesi başkaldırmaktan geçer. Bu düşünme biçiminin günümüzde hem batı ülkelerinde hem de bilhassa orta doğuda bir hayli popüler olduğu apaçık ortadadır. Öte yandan, başkaldırı eylemi, bir disiplin olarak felsefenin kurucusu olan Yunanlıların antik dönem tiyatrosunda çok daha farklı bir anlama gelir ve daima aynı biçimde sonuçlanırdı: Tanrılar tarafından lanetlenmekle.
Antik tragedyada olsun, sonraki dönemde Shakespeare ve bilhassa Racine tragedyasında olsun kader olgusu neredeyse elle tutulur bir somutlukla karşımıza çıkar. Öykü yapısı matematiksel bir kesinlik içerir, tüm davranışlara açık ve net arzular yön verir ve her davranışın rasyonel bir sonucu vardır. Bu öykülerin yapısında rasyonel olmayan tek şey öyküye nüfuz eden ironideki yoğunluktur. İroni ve kader nosyonları tanrısal (ya da şeytani) bir dürtü biçiminde ortaya çıkarlar ve yapıya başkaldıran karakterleri yıkıma sürüklemek için el ele verirler. Öyle ki, Racine tragedyasında öykü yapısına şekil veren bu ironik yazgıya, barındırdığı acımasızlığı ifade etmek için Cehennem Makinesi (La Machine Infernale) adı verilir.
scarface-1983
Geçmişin büyük tragedya yazarları, seyircinin doyuma ulaşması, başka bir deyişle öykünün katarsise ulaşması için bu acımasız ironinin kaçınılmaz bir gereklilik olduğunu biliyorlardı. Günümüzde aynı yöntemi benzer bir kusursuzlukla uygulayan yegâne eserler, sinema söz konusu olduğunda çoğunlukla Hollywood tarafından üretilmektedir ve bunların en önemlilerinden biri de metnimizin konusu olan Scarface’tir.
Tony Montana’nın trajik yazgısının deklanşörü, iki dünya arasında yaptığı deniz yolculuğudur. Castro, komünist düzene uyum sağlamayı reddeden siyasi suçluları ve boş yere beslemek istemediği diğer mahkûmları Küba’dan Amerika’ya sürer. Montana, bir muz teknesine binip komünist dünyadan kapitalist dünyaya geçiş yapar. Cehennemden cennete yapılan bir yolculuktur bu bir bakıma. Fakat daha filmin başında gümrük polisini tehlikeli bir serseri olmadığına ikna edemez ve bir kez daha cezaevine gönderilir. İki dünyada da ona yaşama hakkı tanınmamaktadır, haliyle varolabilmek için zorunlu olarak başkaldıran insana dönüşmeyi seçer. Özgürlüğünü ve insani haklarını kanunların, ahlakın ve mevcut düzenin tüm kurallarının ötesinde bireysel çabasıyla aramak zorunda kalır. Tıpkı klasik tragedyalardaki diğer büyük karakterler gibi, Montana da yalnızca koşulların kölesidir.
Scarface içerdiği şiddet ve ana karakterin canavarca tavırları dolayısıyla genel olarak yalnızca erkeklere hitap eden basit bir eğlence filmi şeklinde değerlendirilir. Bu yorumda haklılık payı vardır elbet fakat yalnızca bir vurdu kırdı filmi olduğunu söylersek kestirip atmış oluruz. Dolayısıyla, biz metnimizde zor yolu seçip öykü yapısını ve karakteri kurcalamaya devam edeceğiz.
Şu bir gerçektir ki, kimse canavar olarak doğmaz, maruz kaldıkları koşullar yüzünden canavarlaşırlar. Öte yandan, bu film Montana’nın canavarlaşmasına sebep olan koşulları incelemekle ilgilenmez (örneğin Küba’daki komünist rejimde başına gelenleri seyirciye göstermez), bunun yerine doğrudan Montana’nın Amerika’daki ilk günüyle başlar. Siyasi baskıyla, paranoyayla ve fakirlikle geçen sefil bir hayattan kurtulup her şeyin mümkün olduğu özgürlükler ülkesine adımını attığı andan. Karşımızda karakteri çoktan şekillenmiş, hayattan ne istediğine çoktan karar vermiş bir adam vardır: Her şeyi.
scarface-film-brian-de-palma
Tony Montana sinema tarihindeki en görgüsüz dağdan inme olabilir, medeni dünya tarafından tehlikeli bir serseri, bir toplum düşmanı ilan edilip dışlanmış da olabilir fakat her şeyi olduğu gibi görmesini sağlayan açık ve net bir dünya görüşü vardır. İnsani duygulardan yoksun tümüyle matematiksel bir dünya görüşüdür bu, yine de etrafındaki dünyanın acımasız düzenini ne kadar iyi kavradığını gösterir. Havuz başında müstehcen yöntemler kullanarak kız tavlamaya çalışan ve başarısız olan arkadaşı Manny’ye şöyle der:
“Bu ülkede önce para kazanacaksın, paraya ulaşınca güce de ulaşmış olacaksın, güce ulaşıncaysa kadına ulaşacaksın.”
Tony Montana hiçbir şeye saygı duymayan, dolayısıyla saygı duyulmayı da hak etmeyen çirkin bir adamdır fakat Küba’da yaşadığı hangi koşulların onu bu hale getirdiğini seyircinin bilmesine olanak yoktur. Film bize Montana karakterini geçmişi bir sis bulutu içinde kalmış açgözlü bir canavar olarak sunar ve bu canavar mevcut haliyle saygı görebilmesinin, toplum tarafından kabul görebilmesinin tek yolunun para olduğuna karar vermiştir. Onu barbar ilan ettiğine, ona yaşama hakkı tanımadığına inandığı medeni bir dünyaya başkaldıran dışlanmış, yalnız bir adamın trajedisidir bu. Hiçbir şey istemesine izin verilmediği için her şeyi isteyen bir adamın trajedisi.
“Manny – Bence sahip olduklarınla mutlu olmalısın. (I say be happy with what you got.)
Montana – Sen mutlu ol. Ben kaderin bana getireceklerini istiyorum. (You be happy. Me, i want what’s coming to me.)
Manny – Ne getirecekmiş sana? (What’s coming to you?)
Montana – Dünya, ufaklık ve içindeki her şey. (The world, chico, and everything in it.)”
neo-noir
Bölüm 3 – Lanetli Şair Tony Montana
Bazı önemli şiir eleştirmenleri şöyle diyorlar: “Şiirde devrim yaratan on dokuzuncu yüzyıl Fransız şairi Arthur Rimbaud günümüzde yaşasaydı bir Rock yıldızı olurdu.” Biz bunu biraz değiştirelim ve Rimbaud günümüzde yaşasaydı Tony Montana olurdu diyelim.
Paul Verlaine’in Lanetli Şairler (Les Poètes Maudits) adlı eserindeki en dikkat çekici isim olan Arthur Rimbaud, Fransa’nın Charleville köyünden şehre gelmiş bir sonradan görmeydi. On dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sının özellikle Paris gibi büyük şehirlerinde hüküm süren burjuva değerlerine uyum sağlamayı reddetmiş, Paris’teki edebiyat camiasını dahi ikiyüzlü bir burjuva hayatının ürünü olarak görmüş, bilerek ve isteyerek dönemin entelektüelleri arasına katılmamıştır. Bunun yerine hiçbir kuralın olmadığı, ahlak ve toplumsal yaşamın dışında macera dolu bir hayata atılmıştır. Önce şiir yazarak dünyayı değiştirmeye çabalamış fakat yazdığı şiirlerin hiçbir şeyi değiştiremediğini ve nihayetinde yalnızca entelektüel bir eğlence biçimi olmaktan öteye gidemediğini görünce şiire sırtını dönmüş ve şehir hayatını terk ederek Habeşistan’a yolculuk etmiştir. Sürekli olarak kendini bir zindana kapatılmış gibi hisseten bu aykırı şair, damarlarını karartan belalı bir susuzluk yüzünden ömrü boyunca mutlak özgürlüğün peşinde koşmuştur. Habeşistan’da bilinmeyen bir hayatın izlerini sürerken silah kaçakçılığı ve köle ticareti bile yapmıştır. Belki de, şiirden ve özgürlük arayışından hayal kırıklığı içinde el etek çekmesinin sebebi aradığı mutlak özgürlüğe ulaşmanın tek yolunun ölüm olduğunu anlamış olmasıydı. Belki de, madem bu zindanda mahkûm olmak zorundayım, hiç değilse zindanımın sınırlarını genişletmeliyim diye düşünerek olabildiğince hızlı bir biçimde para kazanmaya karar vermiş ve Afrika’daki Araplar arasında ufak çapta bir mafya babasına dönüşmüştü.
Scarface filminin protagonisti Tony Montana ile lanetli şair Rimbaud arasındaki benzerliğin büyük olduğu rahatlıkla görülebilir. Montana da tıpkı Rimbaud gibi dönemin hâkim kültürünü üreten mekâna (Rimbaud köyden Paris’e – Montana Küba’dan Amerika’ya) dışarıdan gelmiştir. İkisi de medeniyetin mevcut yaşama biçimine ve ahlak kurallarına uymayı reddetmiştir. İkisi de sonradan görmedir. İkisi de mutlak bireysel özgürlüğün peşinde başkalarının özgürlüğüne tecavüz etmiştir. İkisi de bu uğurda cehennemi yaşamayı ve yaşatmayı göze almıştır. İkisi de nihayetinde insan hayatını hiçe sayan acımasız gangsterlere dönüşmüştür. Bu açıdan bakınca, gangsterler ve şairler aynı değneğin iki ucu gibi görünür. İkisi de saygı görme peşindedir. İkisi de tek bir şeyi değil, her şeyi ister. İkisi de özgür olmak, diğer insanları bağlayan ahlak kurallarının üstünde olmak ister. İkisi de kendi iç dünyasını ve bireysel otoritesini kitlelere dayatır. Aralarındaki tek fark, biri bunu kelimelerle, diğeri mermilerle yapar.
film-noir-brian-de-palma
Tony Montana başka birçok filmdeki gibi basit bir kötü adam değildir. Onunla ilgili şairane bir şeyler vardır. Bir kere her şeyden önce dürüst bir adamdır. İkiyüzlü insanlarla, uyuşturucu üreticileri ve politikacılarla dolu bir dünyada daima doğruyu söyleyen tek kişidir. Onunla ilgili tek sıkıntı doğru kabul ettiği şeyler günden güne değişmektedir. Amerika’ya ilk geldiğinde kapitalist sisteme övgüler yağdırır çünkü komünizmin aksine bu sistem ona toplumda yükselme imkânı sunmaktadır fakat sistemin bir parçası haline gelip yükseldiğinde aynı sistemin onu köleleştirdiğini fark eder ve kapitalizmden sövgüyle bahseder.
“Kapitalizm nedir, biliyor musun? Düzülmektir!” (You know what capitalism is? Getting fucked!) – Tony Montana
Montana sadece kendisinin değil, dünyadaki herkesin dünyaya hâkim olmak istediğine inanır. Herkesin büyük adam olmak istediğine fakat buna cesaret edemediğine inanır. Bu bakış açısı, Nietzsche’nin Güç İstemi (Will to Power) nosyonunu akla getirir. Tüm varlıklar, varoluşlarını arttırma dürtüsü duyarlar. Herkes dünya üzerindeki etkisini arttırma ihtiyacı hisseder. Montana’nın gözünde herkes kötü adamdır ve tüm bu kötüler içinde ne istediğini açıkça söylemeye cesaret edebilecek kadar dürüst tek kişi kendisidir. Restoranda eşiyle kavga edip olay çıkardığı sahnede Montana, kendisine ayıplayarak bakan diğer müşterilere duygusal bir nutuk çekerken aslında restorandaki müşterilere değil, seyirciye hitap etmektedir:
“Ne bakıyorsunuz? Hepiniz zavallısınız. Niye biliyor musunuz? Çünkü olmak istediğiniz kişi olabilmek için yürek yok hiçbirinizde. Benim gibi insanlara ihtiyacınız var. Böylece parmakla işaret edip işte bu kötü bir adam diyebiliyorsunuz. İşte kendini tanrı zanneden kötü bir adam. Peki böyle yapınca siz iyi biri mi olmuş oluyorsunuz? Kötü adamı ayıplamak sizi iyi mi yapmış oluyor? Siz iyi falan değilsiniz. Siz sadece nasıl saklanacağınızı, nasıl yalan söyleyeceğinizi iyi öğrenmişsiniz. Oysa benim öyle bir derdim yok. Ben hep doğruyu söylerim, yalan söylerken bile. Madem öyle, kötü adama iyi geceler dileyin. Bir daha böyle klas bir kötü adamı zor görürsünüz. Hadi, kötü adama yol verin. Dikkat, kötü adam geliyor. En iyisi, yoluna çıkmayın.”
Montana ayrıca prensipleri olan bir kötü adamdır. Kadınları ve çocukları öldürmez. Onları masumiyet temsili olarak görür. Onun derdi erkeklerledir. Erkekleri topyekün kötü adam ilan eder ve onlarla baş edebilmek için onlardan daha kötü olmaya çabalar, erkekleri öldürürken vicdanı sızlamaz. Metne biraz mizah katmak amacıyla, Tony Montana’nın feminizmin en büyük savunucusu olduğunu bile öne sürebiliriz.
“The only thing in this world that gives orders… is balls.” – Tony Montana
al-pacino
Bölüm 4 – Eril Libido Patlaması
Tony Montana, ödipus kompleksini aşamamış bir adamdır. Onun gözünde, dünyada yalnızca iki kişi vardır: Kendisi ve geri kalanlar. Bu iki kişi birbirinin ezeli düşmanıdır çünkü biri diğerine kendi otoritesini dayatır. Birey ve toplum çatışmasıdır söz konusu olan. Biri oğuldur, diğeri baba. Oğul babanın otoritesini kıskanır, emir kulu olmaktan nefret eder. Psikoloji biliminin bize öğrettiği şudur: Birey, dünyayı (oğul, babayı) değiştiremeyeceği gerçeğini hazmeder ve dünyaya uyum sağlamaya, başka bir deyişle toplumdaki pozisyonunu kabullenmeye karar verirse ödipus kompleksinden kurtulur ve iç huzurunu bulur ama bu gerçeği hazmedemezse ömrünün sonuna dek ergenlik sıkıntıları ve varoluş bunalımları çekmeye ve babanın otoritesini kıskanmaya devam eder. Montana’nın durumunda diyebiliriz ki, oğul babayı bazukayla vurup kendini kral ilan etmektedir.
Montana gelmiş geçmiş en büyük özgürlük savaşçısıdır aslında ve özgürlüğe giden yol terörden geçer. Fransız Devrimi bunu bize açıkça gösterir. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik göz açıp kapayıncaya dek kölelik, katliam ve enseste dönüşür. Halkın meclisini kuran kişi, bizzat kendi kurduğu meclis tarafından idam edilir çünkü önemli olan tek şey ideallerdir. Montana’nın da bir ideali vardır, bireysel özgürlük ve bu idealine ulaşmak adına gözünü kırpmadan adam öldürür. Devrimci ne kadar özgürlükçüyse, gangster de o kadar özgürlükçüdür. İkisi de kendi üzerinde otorite tanımak istemez. İkisi de kendi ideallerine karşıt olanları öldürür.
Tiranlar, şairler, devrimciler ve gangsterler, hepsinin ortak noktası eril libido patlaması yaşamalarıdır. Hepsi de ödipus kompleksinden muzdariptir. Dış dünyayı olduğu haliyle kabullenemez ve kendi keyifleri doğrultusunda değiştirip düzenlemeye girişirler. Dünyayı keyfince değiştirme arzusunun zirve noktası Tony Montana karakterinde kişileşmiş gibidir.
michelle-pfeiffer-scarface
Tiranın fallik objesi (dünyayı değiştirmeye muktedir erkeklik gücünü temsil eden objesi) asasıdır, şairin kalemi, devrimcinin havaya kalkmış yumruğu ve gangsterin silahı. Aralarında en dürüstü gangsterdir belki de çünkü diğerleri yaptıkları her şeyi toplum için yaptıklarını iddia ederken, gangster göğsünü gererek toplum düşmanı olduğunu ilan eder.
Montana, onu öldürmek amacıyla malikânesine baskın yapan Kübalılara bazukasıyla ateş etmeden hemen önce erkeklik organının gücüne dikkat çekmek istercesine haykırır.
“Küçük dostumla tanışsanıza!” (Say hello to my little friend!)
Ardından bazukasını ateşler ve odanın kapısıyla birlikte beş altı kişilik bir Kübalı grubunu havaya uçurur. Onlarca düşmanın karşısına tek başına çıkar. Yaşadığı libido patlaması o kadar güçlüdür ki, yediği kurşunlara rağmen hâlâ ayaktadır. Kimse bu adamı yüz yüzeyken gözünün içine bakarak öldüremez, arkasından sinsice yaklaşıp sırtından vurmak zorunda kalırlar.
Bölüm 5 – Görkemli İroni
Klasik tragedyanın korku ve acıma duygularını tetikleyerek katarsise ulaşabilmesi için olmazsa olmaz unsurunun acımasız bir ironi olduğundan bahsetmiştik. Filmdeki en temel ironiye geçmeden önce önemli olduğunu düşündüğüm birkaç başka noktaya daha dikkat çekmek istiyorum.
Tony’nin kız kardeşi Gina, filmin başında hâlâ annesiyle birlikte yaşayan masum bir kız olarak gösterilir. Ayrıca Gina ne zaman ekranda belirse, eş zamanlı olarak çocuk ninnilerini çağrıştıran sevimli bir melodi kızın görüntüsüne eşlik eder. Gina, Tony’nin hayatında hâlâ masumiyetini koruyan tek şeydir ve Tony için cehennemde olmadığını anlamanın tek yolu Gina’ya bakmaktan geçer. Fakat Tony’nin kız kardeşiyle ilgili yaşadığı büyük bir ikilem vardır. Onu hem yanında ister, hem de kendisinden uzak durmasını çünkü Tony’nin yaşadığı dünya tıpkı kendi gibi acımasız erkeklerle doludur. Kız kardeşinin o dünyaya bulaşması fikri öfkeden gözlerinin kararmasına yol açar.
Onun köle gibi çalışmasını hazmedemez, hayattan keyif alıp gönlünce yaşamasını ister ve annesinin, kızı yoldan çıkardığına dair itirazlarına rağmen kız kardeşine mali yönden destek olur. Fakat Gina, parasını ağabeyinin dünyasında, onunla aynı gece klubünde, tıpkı ona benzeyen korkunç adamlarla birlikte eğlenmek için kullanır. Kendi gibi adamların kız kardeşini avuçladığını gören Tony, kıza zorbalık etmeye başlar. Erkeklerle ilişki kurmasına izin verilmeyen Gina, çareyi ağabeyinin sağ kolu Manny ile evlenmekte bulur. İkisinin evlendiğinden habersiz olan Tony, onları gece vakti bornozlarla yakalayınca öfke nöbeti geçirerek arkadaşı Manny’yi öldürür ve Gina’yı kaçırıp malikânesine hapseder. Büyük sondan hemen önceki sahnede, Tony kokain çekerek arkadaşını öldürmüş olduğu gerçeğini unutmaya çalışırken kapı açılır ve içeri Gina girer. Arka planda yine o masumiyet temsili çocuk ninnisi çalmaya başlar fakat artık anlamı tam tersine dönmüştür. Gina bornozunu aralar ve çıplak bedenini ortaya çıkarır.
michelle-pfeiffer-scarface-film
“Başka bir erkeğin bana dokunmasına tahammül edemiyorsun. Sebebi beni kendine istiyor olman mı? Madem öyle, çok geç olmadan gel ve bana sahip ol!”
Bu kısa ve şok edici diyalogun ardından silahını çıkarır ve ağabeyini bacağından vurur. Masumiyetten hınca, sevgiden nefrete ve kardeşlikten enseste doğru gerçekleşen bu ani dönüşüm antik tragedyalara yakışan türden görkemli bir ironinin ürünüdür.
Benzer bir biçimde Tony’nin, eşi Elvira’yla olan ilişkisi de daha az sorunlu değildir. Ona birey olarak değer vermez, Elvira onun için zirveye giden yolda bir araçtır yalnızca.
“Arkamda senin gibi bir kadın olursa, doğrudan zirveye ulaşırım.” – Tony Montana
Onunla evlenmesinin sebeplerini de ödipus kompleksinde aramak yerinde olur. Aslında Tony, arkadaşı Manny’nin aksine, kadın düşkünü bir adam değildir. Onun gerçekten arzuladığı tek şey mutlak özgürlüğe ulaşmasına yetecek kadar güç sahibi olmaktır. Elvira’ya ilgi duymasının tek sebebi, patronunun karısı olmasından ileri gelir. Elvira, patronun karısı, yani Tony’ye yasaklanmış olan, ulaşılmaz olan yasak meyvedir. Ona ulaşabilmek, kendine yeterince güçlü olduğunu kanıtlamak anlamına gelecektir. Kaldı ki, kadın onunla evlenmeyi hiçbir zaman açıkça kabul etmez. Tony patronunu öldürdükten sonra kadını kendisiyle evlenmek zorunda bırakır.
Metnin başına dönecek olursak, Hamartia, yani karakteri önce göklere çıkarıp sonra mutlak yıkıma götürecek olan ölümcül kusur Tony Montana söz konusu olduğunda özgürlük arzusudur. Daha filmin başında Komünist rejimde yaşamanın koyun gibi güdülmekten ibaret olduğunu söyleyerek sahip olduğu yıkıcı özgürlük arzusunun ipuçlarını vermiştir. Bu arzu onu dünyanın tepesine çıkaracak ama yeni konumunun tadını çıkarmaya fırsat vermeden yerle bir edecektir.
scarface-yarali-yuz-al-pacino
Montana’nın tüm dünyayı düşman olarak gördüğünden bahsetmiştik. Bunun filmdeki en güzel ifadesi Pan-American Hava Yolları firmasının mottosu olan “The World is Yours!” ifadesidir. Tony, patronu Frank’i öldürüp adamın eşi üzerinde zorla hak iddia ettiği sahnenin sonunda pencereden dışarı bakar ve gökyüzünde bir zeplin görür. Zeplinin üzerinde “The World is Yours” (Dünya senindir) yazmaktadır. Aynı ifade filmin sonunda Montana’nın öldüğü sahnede bir kez daha belirir. Fakat bu defa acımasız bir ironiyle birlikte. Kamera Tony’nin kanlar içindeki cansız bedeninden yukarı kalkar ve İyon mimarisine ait ince uzun kolonlarla çerçevelenmiş bu tiyatral sahnede yerküre heykelinin üstünde “Dünya senindir” yazısı okunur. Sanki tanrılar insanın özgürlük arzusuyla alay etmektedir.
Kutsal olan her şeyin yıkımı, ilahi düzen ve kader ölçütü olarak ironi, mutlak yıkım dürtüsü Hamartia ve özgürlüğe koştuğunu zannederken kendi yarattığı zindanda kapana kısılan trajik bir kahraman. Oliver Stone’un öykü yapısı üzerindeki hâkimiyeti, Brian de Palma’nın görsel dehası ve elbette Al Pacino’nun benzersiz oyunculuğuyla modernize edilmiş antik tragedyaların dehşet verici güzelliğinin tadına bakmak isteyenler Scarface’i bir kez de burada anlatılanların ışığında izlemek isteyebilirler.
Herkese günah dolu, kışkırtıcı bir gün dilerim.



BEJAN MATUR: “Siyasetin içinde de şiir olmalı”


Orhan Pamuk “Bejan Matur’un zarif ve şiddetle hissedilen şiirleri”nden bahsetmişti bir yazısında. İngiliz yazar ve eleştirmen John Berger ise onun “bir haykırışı andıran” şiirlerine hayranlığını dile getirmiş, okurların bu şiirleri “kelime kelime değil el ele takip etmesi gerektiğini” yazmıştı.

Uzun yıllar sürdürdüğü köşe yazarlığını artık bırakan Bejan Matur‘un yeni kitabı “Son Dağ” Everest Yayınları’ndan çıktı. Kürt ve Alevi kökenli Matur’a röportajımızda hem şiirini hem de içinden geçtiğimiz çağın siyasi meselelerini sordum. Dağı, gizlendiği mağarayı, Kürtçeyi, “neolitik nineler dediği yaşlıların dilini, şiirindeki dönüşümleri, nasıl yazdığını, şiirin şifalı etkisini, Dersim’i, Ermeni meselesini, bir türlü gerçekleştiremediğimiz yüzleşmeleri, barışı konuştuk. Hepsi aşağıda…

 Bejan Matur’un şiddetle hissedilen zarif şiirleri üzerine

Bejan Matur: “Eski bir kaplan, tarihten bana ve tüm insanlığa bakıyor…”

bejan matur son dag gulenay borekci egoistokur everest 1

“Artık annemin dilinde, yani Kürtçe şiir de yazıyorum”

Yeni kitabının adı “Son Dağ”. Tabiatın unsurları senin şiirinde hep yer bulur ama niçin “son” dağ, orası neresi?

Dağ, kainatın genişliğini en iyi gördüğümüz yer. Şiirin haznesi ayrıca ve o yerin manzarası benim için çocukluk manzarası. Çocukluk önemli; bilinçdışını oluşturan, metaforları var eden imgeleri biz hep oradan derliyoruz. Ressam Chagall , “Herkes doğduğu odayı anlatır” der ya; doğru bu. Ben de işte şiirimde hep doğduğum manzarayı, çocukken baktığım tepeleri, dağları, nehirleri anlatıyorum, muhayyilemi belirleyen şeyler onlar. Ayrıca bana kalırsa dağ yeryüzündeki yalnızlığımıza bir cevap olarak da durur orada. Güveni, sığınmayı, ümidi simgeler; bir de bizi dünyadaki kötülüklerden koruyabilecek yegane güç olarak tanrısal merhameti…

Politik bir yanı da olmalı senin için…

Evet, dağın coğrafi, kültürel ve politik olarak da önemli, arkasında koskoca bir tarih var. 100 yıl önce Ermeniler Musa Dağı’na sığındılar, bugün Kürtler başka bir dağ arayışındalar. Rakel’in hikayesindeki gibi… Tehcirden kaçan bazı Ermeniler dağa sığınarak Kürtleşiyor ve bir Kürt aşireti olarak yaşarken Hıristiyanlıklarını gizli gizli yaşıyorlar. Buna benzer o kadar çok dağ hikayesi anlatıldı ki.

“Yaş ilerledi, hayat değişti, ben büyüdüm”

Kitaptaki bölümlerden biri de “Anne”. Şiirinde hep karşımıza çıkmış bir imge.

Benim yolum galiba hep varoluşla ilgili imgelerle kesişiyor, kendimi oralardan çıkaramıyorum. “Rüzgar Dolu Konaklar”da dövmeleri solmakta olan, omuzları küçülmüş, yalnız bir anneyi yazmıştım. Bu kitapta ayva soyan, cevizlere, incirlere gülümseyen bir anne var. “Gılela” diye bir şiir var. Kürtçe bir kelime bu, annemden duymuştum ilk. Tozu, toprağı, kuru yaprakları toplayıp götüren, temizleyen küçük rüzgâr hortumu anlamına geliyor. Aniden başlıyor, başladığı gibi bitiyor. Rüzgâr adları çok güzeldir Kürtçede ve bazıları sanırım sadece benim doğduğum yerde, Maraş’ta kullanılır. Sonradan o şiiri okurken “Ben bunu nasıl yazabildim” duygusu geldi; aynaya, içine doğduğun yuvaya, yere, göğe, dünyaya bakıştaki, kainatı algılayıştaki saflık ürpertti beni. İlk şiirlerimde daha kapalı, sisli olan söyleyiş giderek sadeleşip yalınlaşmıştı. Daha az cümle, daha az kelime olmak istiyor benim şiirim, harf olmak hatta harf bile değil, ses olmak istiyor ve ruhum hep oraya, köklerimin durduğu yere, aslolana çekiliyor.

Köklerinin durduğu yer derken…

Folklorik ya da kültürel bir motiften bahsetmiyorum, kainatla ilişkime dair bir şeyi kastediyorum.

Nasıl yazıyorsun?

Şiirde kurgu yapmıyorum. O bana önce ses olarak geliyor. Genellikle de yürürken… Nota bilsem, o kelimeleri, daha doğrusu sesleri yazardım. Bir ses duyuyorum önce ve o sesin içinde ilerlerken, ayağımın altında taşı toprağı hissederken, işittiğim sesler müziğe dönüşüyor. Şiir neredeyse şaman ritüeli gibi. Kendimi bir zikir duygusuyla doğaya veriyor ve içimde oluşan ses anaforundan hatırlayabildiklerimi kaydediyorum. Ve işte onlar şiir oluyorlar. Geçen yaz şöyle bir şey yaşadım: Maraş’ta yürüyordum, bir ses geldi. Şiir bana daha çok orada geliyor zaten. Yanımda kağıt kalem yoktu ve duyduğum sesi bir şarkı söyler gibi mırıldanarak telefonuma kaydettim. Yoksa uçup giderdi, unuturdum. Çok acayip bir deneyimdi, çünkü ilk kez şiirin bana geldiği haliyle neye benzediğini sonradan görme şansım olmuştu. O kadar teslim alan bir şey ki.

Hazırsın ama bu teslimiyete…

Elbette. Sen isteyince gelmez şiir, kendisi isteyince gelir. Hazır değilsen, kalbini tertemiz ve açık halde bırakmamışsan tek kelime yazamazsın. Bazen bir kelimeye takılıp değiştirmek isterim ama buna müsaade etmez.

Bu sadelik nasıl bir çabayla geldi?

Özel bir şey yapmadım. Yaş ilerledi, hayat değişti, ben büyüdüm, ondan herhalde…

bejan matur son dag egoistokur gulenay borekci 1

“Kürtçe 12 şiirim var, onları gözbebeğim gibi ayırıyorum diğerlerinden”

Ne zaman Kürtçe şiir yazacaksın, bildiğim kadarıyla daha önce hiç yazmadın…

Yazmamıştım ama artık yazıyorum. Deniyorum en azından. Bu da bir geri dönüş çabası. Maraş kenarda hatta Kürtlüğün de kıyısında bir yer. Bizim konuştuğumuz Kürtçe ile standart Kürtçenin dili olan Botan yöresi Kürtçesi çok farklı. Tıpkı İrlanda İngilizcesinin standart İngilizceden farklı olması gibi. Biz İrlanda İngilizcesi gibi konuşuyoruz Kürtçeyi. Ben, yaşlılarımızın çok güzel konuştuğunu düşünüyorum. “Neolitik nineler” diyorum onlara ve giysilerine, tavırlarına, müzikal yeteneklerine, seslerine, sözlerine, arkaik neredeyse zamansızlık oluşlarına hayranlık duyuyorum. Bir saçağın altında oturan yaşlı kadına bakınca, yüzüne düşen gölgeyi görüyorum ve 10 bin yaşındaymış gibi geliyor bana. O kadınların konuştukları dil benim için anne dili, ben annemle hâlâ öyle konuşuyorum ve Kürtçe şiir yazacaksam da o dille yazmak istiyorum.

Neden bu kadar geç oldu Kürtçe yazmaya başlaman?

Kürtçe gramer çalışmaya cezaevindeyken başlamıştım. Şiir yazmaya da o sırada karar verdim zaten. Bir yol ayrımındaydım: Ya Türkçe yazacaktım ya da Kürtçe. Fakat Kürtçe yazarsam annemin dilinde yazmalıydım. Ancak şimdi çalışabiliyorum bunun üzerinde. Böyle 12 şiirim var, onları gözbebeğim gibi ayırıyorum diğerlerinden.

“Hep korumaya çabaladığım bir iç alanım, mağaram var ve aslında oradan hiç çıkmıyorum”

Biraz anlatır mısın nasıl bir hayatın olduğunu?

Uzun yıllar köşe yazarlığı yapmıştım, artık bıraktım. İstanbul’da yaşıyorum, New York ve Londra’ya gidiyorum. Önümüzdeki dönem New York’ta daha uzun bir süre kalacağım sanırım. Bir yandan da hep korumaya çabaladığım bir iç alanım, mağaram var ve aslında oradan hiç çıkmıyorum. O mağara benim karanlığım, yalnızlığım; çok değerli… Dışarıdaki hayat o kadar acımasız ve incitici ki kendimi ancak orada iyileştirebiliyorum. Bana sorarsan içinde şiir olmayan hiçbir uğraş değerli değil. İnsan etet yapıyorsa bile içinde mutlaka şiir olmalı.

Nasıl olur siyasetin içinde şiir?

İnsana dair çok değerli bir cümle sarf etmişsen, kalplere dokunmuşsan o şiirdir. Marangozsun diyelim, bir masa yapıyorsun… Şiirini bulabilirsen o masa başka türlü bir masa olur.

“Şiir bana daha çok Maraş’ta geliyor” dedin…

Sonuçta Anadolu’nun, Mezopotamya’nın dilini kullanan bir şairim ve hep seyahat halinde yaşıyorum, çocukluk manzarama dönmek de iyi geliyor. Ama sırf Maraş’ta yazmıyorum elbette, şiirin mekanı yok. Uçakta ya da uyku arasında çok yazarım. Yabancı bir yerdeyken yazmak ilginç oluyor, dil aracılığıyla başa, doğduğum yere dönüyorum. Edebiyatın konusu da bence bu geri dönüşler. İnsan asla aynı kişi olarak dönmüyor.

Şiir çevrilebilir bir şey midir?

Şiir özünde sese dayalı bir şey. Ve bir dildeki sesi başka bir dilde yaratmak imkansız olduğu için aslında çevrilemez. Öte yandan pek çok şairi çevirilerden sevdiğimiz ortada. Denemeler yapıyoruz ve ararken bazen şanslı anlarımız oluyor. Ben iyi çevirmenin gelip beni bulacağına inandım ve şiirlerimin çevrilmesi konusunda acele etmedim.

Bir süre önce Ruth Christie çevirdi şiirlerini…

Ondan önce onlarca kişi denedi. Kimi çok akademikti, kimi daha kuru ve zihinsel bakıyordu. Bazıları da fazla lirikti. Çevirmenin anlam dünyasının derinliğinin şairinkine uymasını önemsiyorum. Çünkü şiir, dilin gramer kurallarının ve gündelik kullanımının gerisindeki karanlık alanıyla, rüyaların alanıyla ilgili bir şey.

bejan matur gulenay borekci egoistokur son dag 1

“Kalbe gömülmüş acıları anlatıyorum”

“Son Dağ”ın son bölümü “İnanmak”. Oradaki şiirlerden birini “tarihin yanlış anlattığı bütün kahramanlara” ithaf ediyorsun…

O şiir ses ve ritm olarak diğerlerinden farklı oldu, göktaşı gibi düştü adeta. Sonuçta senin hikayen, yaşadığın toplumun tarihi aynı zamanda. Ve ben insanların anlattığı hikayeleri dinlemeyi çok seviyorum.

Ünlü İngiliz sanat tarihçisi ve yazar John Berger sana hayran olduğunu söyledi ve “Bejan’ın şiirinde tarihin acısı var” dedi.

Benim için o kadar değerliydi ki bunu duymak. .

Berger’in “Okur onun şiirini kelime kelime değil el ele takip ediyor” dediğini de hatırlıyorum. Şairle okur arasında bir yoldaşlık olduğu anlamına gelmiyor mu bu?

Elbette. Şiirimde içine doğduğum toplumun çok da dile gelmemiş hikayelerini, kalbe gömülmüş acılarını anlatıyorum. Bir vakanüvis değilim, sadece bazı olayların geçip gittikten sonra arkalarında bıraktığı tortuyu da yazmak, kayda düşmek, onu yaşamamışlara hissettirebilmek gerektiğini inanıyorum. Sözünü ettiğin şiiri yıllar önce yazmış ama unutmuştum. Sonradan not defterlerimin birinde rastlayınca hatırladım.

Şiirin üzerinde şifalı bir etkisi olduğunu söyledin…

Kendimi hep şiirle iyileştirdim, şiire dair beni en büyüleyen şeylerden biri bu. En son Uluslararası Af Örgütü için bir konuşma yapmamı istediler. Cezaevinde işkence görmüş olduğum için davet edilmiştim, çünkü konu insan haklarıydı. Her şeyi bir yana bırakıp şiirin gücünden bahsettim. Cezaevindeyken hücremin karanlığında elmas gibi parlayan bazı kelimeleri bulmuştum ve o kelimeler beni hayatta tutmuştu. Sonrasında yazdığım her şey o sağ kalma çabasının bir tutanağı gibi.

Şairi kadar okurunu da iyileştirir mi şiir?

Yürekten yazıyor ve yüreğe değebiliyorsanız, evet. Öteki türlüsü şiir değil zaten, strateji. Şiirin tabii ki bir matematiği var. Sezgisel bir matematik o, müzikteki, heykeldeki, mimarideki gibi… Şiir bana önce ses olarak geliyor, anlatmıştım ama sonrasında ciddi bir zihinsel uğraş başlıyor. Büyük bir disiplin var orada; büyülü bir gayret ve titizlik. Her şeyi kağıtlara aktardıktan sonra neyi ne zaman söyleyeceğinizin sırasını belirliyor, bir yapı inşa ediyorsunuz. Şiir toprağın en derin yerinden çıkardığın kapkara bir taş gibi ve onu ince ince işleyerek elmasa dönüştürüyorsun. Elması nasıl işleyeceğin bilgisine sahip değilsen, ter akıtmaya gücün, cesaretin yoksa harcanır gider o taş.

Bence o yüzden her köşe başında bir öykü-roman yazma kursu var ama şiir yazma kursuna rastlamadım pek.

Birine ona gelen imgeleri nasıl işleyeceğini, damıtacağını, duygusal tortulardan, lirik hezeyanlardan arındıracağını anlatabilirsin ama imgeyi hissettiremezsin. İmge aklımızla elde edebileceğimiz bir şey değil, kalbimizi açarak aktarabiliriz ancak.

Sonlara doğru yer alan “Şapka” şiirinde bir cumhuriyet eleştirisi var. “Geleceğin ülkesi sağlam olmalı ama gerçeksiz” deniyor. Bu bana kusursuz bir dünya yaratma arzusunu hatta “Truman Show” filmindeki gibi hijyenik ama gerçeklikten yoksun atmosferi hatırlattı…

Yıllardır yok saydığımız ve ancak yenilerde tartışmaya başladığımız Dersim trajedisiyle ilgili o şiir ama öncesini anlatmam lazım. Bir gün Kalan Müzik’in sahibi Hasan Saltık aradı ve bir şeyler göstermek istediğini söyledi. Hasan’ın Dersim konusunda muazzam bir arşivi vardır hatta bugün medyada gördüğümüz fotoğrafların birçoğu onun arşivindendir. Onları ilk görenlerden biri de benim işte. Haritalar, krokiler, ordu tarafından kırmızı kalemle işaretlenmiş harekat planları, insanların ne şekilde yürütülüp hangi mağaralara doldurulacağının bilgileri ve bakmaya dayanamayacağın fotoğraflar vardı. Yaşlıların anlattıklarını dinlemiştim, sözlü kültürden aşinaydım orada yaşanan trajediye ama onunla bu kadar çarpıcı bir çıplaklıkta karşılaşmak beni çok etkiledi. O dönemde büyük bir mühendislik çalışması gerçekleştirilmiş ve uyumsuz kaldığı, teslim olmayı reddettiği için Dersim, daha steril bir toplum yaratma çabasının adeta çıbanbaşı saydığı bir yer olmuş. Bütün bu vahşet elbette tarihçilerin konusu, ben yalnızca bunları topluca görmenin verdiği duyguyu kağıda döktüm.

“Yüzleşmenin bir vakarı, bir haysiyeti vardır”

Bugün bunları artık açıkça konuşabiliyor muyuz yoksa hâlâ tedirgin miyiz?

Türkiye’de biz çok konuşuyoruz ama hiç bir şey söylemiyoruz. Bir sonucu olmuyor konuştuklarımızın, bir değişime ya da dönüşüme yol açmıyor hiçbiri. O zaman başbakan olan R. Tayyip Erdoğan’ın Dersim’le ilgili olarak “Gerekirse özür de dileriz” cümlesi çok değerli olabilirdi ama bunu CHP’yi dövmek için yaptığını fark edince orada başka türlü bir pragmatizm seziyorsun. Yüzleşmenin bir doğrudanlığı, vakarı, haysiyeti vardır. Suçunu kabullenmen, karşındanin üzüntüsünü hissetmen, acısını kalbinde duyman gerekir. 1915’in 100’üncü yıldönümü yaklaşıyor, ne yapıyoruz? Gerekirse Ermenilerden özür dileyeceğimiz söyleniyor. Eh, tabii ki gerekiyor.

Kitap “Artık her şeyi bağışlıyorum” dizesiyle bitiyor. Bu özgürleştirici olmalı. Ama af dilemek de özgürleştirici bence.

Kesinlikle. Bağışlamak arındırıcı bir şey… Toplum olarak da nefreti yenmek zorundayız. Öfke ve acı ayrı ama nefretin kalbi karartan bir ağırlığı var. Alevilik için de geçerli bu. Memlekette Alevi-Sünni çatışması Kerbela’dan beri bin yıldır devam ediyor, tamam, anlıyorum ve işte şimdi de Alevi Açılımı konuşuluyor.  Oysa Alevilerin topu topu 8 maddelik bir gündem listeleri var, en önemli madde de cemevlerinin ibadethane kabul edilmesi. Bu kadar basit aslında, evirip çevirmeye gerek yok. Ama işte burada da Dersim ve Ermeni meselesinde olduğu gibi bol bol laf kalabalığı yapılıyor ve bir türlü bir yere varılamıyor. Halbuki bu toprakların insanı özünde barışçıl. Devleti yönetenlerin aklı doğru işlediğinde toplum o kadar kolay entegre oluyor ki. O yüzden çok daha ferasetli, çok daha derin ve toplumu doğru anlayıp yorumlayan yöneticilere ihtiyacımız var.

Başa döndük; politikada şiir de gerekli demiştin…

Yöneticilerin de kalbi olmalı. Toplum hiçbir dönemde bu kadar kutuplaşmadı, “biz ve onlar” kelimeleriyle başlayan cümleler hiç bu kadar kolay kurulmadı. Bu iki kelime faşizmin çekirdeğidir ve sen cümlelerini böyle kurduğun zamanlarda fitili ateşlemiş olursun.

İçinde bulunduğumuz barış süreciyle ilgili olarak hissettiklerini de sormak istiyorum… Geldiğimiz yer neresi?


Barış çok büyük, büyülü bir kelime. Hepimiz bunu arzuluyoruz, hepimizin kalbi orada atıyor.  Türk-Kürt savaşıyla ve silahların susması gerektiğiyle ilgili olarak çok yazdım ve bu uğurda her çabayı çok değerli buluyorum.  Ne hayaller kuruldu, sözler verildi biliyoruz, ne kadarı tutulacak, onu da göreceğiz. Yine de pozitif bakmamız ve elimizden gelen desteği vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Barış sadece iktidara bırakılmayacak kadar değerli bir ihtiyaç.

0 yorum