“Yazı bir hançer değildir ki maziye saplayasın!”
Başar Başarır’ın upuzun sekiz yıl aradan sonra yayınlanan son kitabı Düzenboz kimi zaman insanı kahkahadan kırıp geçiren kimi zaman dolu dolu ağlatan öykülerden oluşuyor. İnternet ile bostancıbaşının, dört çeker jiple haremağasının yan yana geldiği bir devrim sabahını da anlatıyor Başarır, Hrant Dink’i indiren o kurşunu da…
Düzenboz, iddialı bir cümleyle açılıyor: “Bu kitaptaki olayların ve karakterlerin tamamı elbette ki kurgusaldır. Anlatılanların gerçek hayattaki olay ve karakterlerle benzerlikleri hiç de tesadüfi değildir.”
Bu, efendim, gerçeğin ta kendisidir. Ne yani, bir şeyler yazdım, yarattım, ama bunlar hayattakilere, benim görüp geçirdiklerime hiç benzemiyor diyebilir mi bir yazar? Olacak şey var, olmayacak şey var. Öte yandan neden bu cümleye ihtiyaç duydun derseniz, kimseyi acıtmak, üzmek istemediğim içindir. Yazı bence kin tutmaz. Yazı bir hançer değildir ki maziye saplayasın. Bu cümlenin hukuki bir hükmü var mı diye avukata da danıştım, güldü bana. Gülüşünden rahatsız oldum.
Öykülerin adlarından önce birer üst başlıkları var. Ben’den sonra sen ve o, ardından da biz, siz, onlar geliyor. Öykülerin üslupları da üst başlıklara uygun bir şekilde değişmiş. Niçin böyle bir yol haritası izlediniz?
Bu bir arayışın sonucu olarak ulaştığım son istasyondur. Kitapla, öykü kitabı formatıyla ilgili. Sanırım ilk kez bağımsız öyküler değil, tam ve bütün bir kitap yazdım ben. Birbirinden tamamen bağımsız, ayrı telden çalan, farklı hayat parçalarının altını çizen metinler mi bunlar? Evet öyleler. Ama bir bütünün parçası olarak düşünüldüler. Maksat şuydu: Öyle bir kitap olsun ki içindeki öykülerin öznesi değişsin. Hepimizi kapsasın. Okurken de birbirinden ayrılsın. Bir tarafından girilsin, öbür tarafından çıkılsın. Bunu da ancak böyle yapabildim. Aklım buna yetti. Kısacası, bir düzen merakından değildir. Öyküler kitap haline geldiklerinde bir bütünsellik yaratsınlar, okuması da kolay olsun diye.
Öykülerinizde düzen muhakkak bir biçimde bozuluyor. Ekmekler mayalanmıyor, kilitler açılmıyor, bilgisayarlar çalışmıyor, taşıtlar ilerlemiyor yahut kameralar duruyor ve elektrik kesiliyor… Ama sonrasını görmüyoruz. O kısmı okurun hayal gücüne, insafına, kararına mı bıraktınız?
Elektrikler tamamen giderse ne yaparsınız? Eh, bu sorunun yanıtı tamamen size kalmıştır. Çelik çomak oynarsınız. Sakız çiğnersiniz. Ya da istif yaparsınız. Ben ne karışırım ki? Düzen bozmak ayrı iştir, yeni bir düzen kurmaksa ayrı. Ben olsam ne mi yaparım? Benimki köhne bir cevap. Zımnen bunu söyledim de zaten kitapta. Elektrikler kesilrse ben olsam, affınıza sığınarak derdim ki, oturup salim kafayla sakin sakin kitap okurum.
Şehzade’nin Sünneti öyküsünden bahseder misiniz? Orada kitapların istenmediği ve televizyonun her şeyin üzerinde hakimiyet sahibi olduğu bir Osmanlı İmparatorluğu yaratmış sonra da onu devrimle sarsmışsınız…
Öznesi “onlar” bu öykünün. Yalın ayak, başı kabak gezenler. Aç yatıp tok kalkanlar. Onlar çoğalınca ne olur? Zelzele olur. Yerin altından ateş kaynar. Gerisi kurmaca. İnternet ile bostancıbaşını, dört çeker jiple haremağasının yan yana geldiği, hemhal olduğu bir devrim sabahı. Canlı yayına bağlanıp asırlararası bir rating çorbası pişireyim dedim. Fena mı olmuş?
Uzun süredir hiçbir kitapta Düzenboz’da olduğu kadar çok gülmemiştim. Hatta bir süre arkadaşlarıma oradan buradan cümleler okudum. Bunun bizim edebiyatımızda çok nadir rastlanan bir şey olduğuna inanıyorum. Mizah sizin dünyanızda ne anlama geliyor?
Bu söylediğinize pek sevindiğim. İşte aradığım ideal okur budur efendim. Benimle gülecek, sarmaya gelecek, beğendiği lafı mimleyip dost sohbetlerinde tekrar edecek bir okur. Okudukça ağzının tadı yerine gelecek, keyiflenecek, icabında hıçkıracak, ama daha çok yüksek sesle gülecek. Ayıptır söylemesi, bunalımlı metinlerden gına geldi artık. Karanlık, kendi içine kapalı, kendine acıyan, boğucu, her şeyi ve herkesi kötüleyen, neşesi kaçmış, balonu sönmüş bir depresyon edebiyatı beni okumaktan soğutacak neredeyse. Yeter yahu. Acı var mı hayatta? Var ama, böyle de anlatılmaz ki. Acı çekmenin bile kendine has bir asaleti, kendiyle dalga geçebilen bir nezaketi olmalı. Ben o taraflardayım.
Gözlerim dolarak okuduğum öyküleriniz de var. Çikolata bana babamı ne kadar özlediğimi hatırlattı mesela ve bir süre oralara takılıp kaldım. Gören Gözler’deyse ortak bir acımızı ve utancımızı, Hrant Dink cinayetini yazdığınızı fark ettim. Kısacası okurken o ruh halinden bu ruh haline geçip durdum. Öyküleri yazarken sizin halet-i ruhiyeniz neydi?
Yazmadan bir süre metni kuruyorum zihnimde. Malzeme topluyorum. Konunun uzmanlarına danışıyorum. Misal, yumurtalıklarda rastlanan çikolata kistleri hakkında tıbbi bilgi araştırıyorum. O sırada kafam gidip geliyor. Genellikle soğukkanlıyımdır ama bazen kendimi kaptırıyorum. Özellikle de bizzat yaşadığım bir duyguyu birinin kalbine, zihnine yerleştiriyorsam (Hrant’ı indiren o kurşun, yerde yatan cesedin altı delik ayakkabısı gözümün önünden gitmiyor). Bir kahramana böyle bir ameliyat yaparken kendimi de orada, ameliyat masasının yanında dikilirken görüyorum. Her şey birbirine karışıyor. Sonra, bir süre sonra bu gelgitler bitiyor. Bir kurguda, bir akışta karar kılıyorum. Yazmaya oturduktan sonra iş değişiyor. O adam artık sadece işini yapıyor. Gole giden pası almış, tek görevi topu kaleye sokmak. Biraz daha duyarsız, mekanik. İşe kalbini karıştırmayan bir operatör… Avını yakalamayı kafaya koymuş vahşi bir hayvan gibi çalışıyorum. Bitene kadar böyle. Bitince, hadi tekrar eski normal ben. Halim selim, sıradan bir ademoğlu. Ama yorgun, tüfeği düşmüş. Sanki araba birinci viteste on bin kilometre gitmiş de, bu yüzden su kaynatmış. Yaptığının iyi bir şey mi, yoksa büyük bir kabahat mi olduğunu merak eden çocuk gibi sabırsız, biraz masum, biraz da can sıkıcı bir mahluk. (Değerli eşim o mahlukatın çok kahrını çekiyor.) Genelikle gece saatlerinde yazabildiğimden, vakit çok geç olsa da uzun süre uyuyamıyorum. Oldu mu? Becerdim mi? Sonra ertesi gece yeni baştan.
“Dünya belki gerçekten kötü bir yer ama hayat değil!”
“Zannedersem Tek Eksiğimiz Aşktı adlı son şiirde karakter kendi ölümüne, kıyamete ve ahiret gününe şahit oluyor. İnsana duyduğu aşk sona eriyor ve Kur’anda yazıldığı gibi tüm organları dile geliyor… Aslında yalnızca kalbi. O şiirde Allah’ın susması, var olmadığı anlamına gelmiyor, aksine… O yüzden zaten ‘Kalbim Ziggurat’ adıyla geçiyor karakter. Aşk, Babil Kulesi gibi. Yeri ve göğü birbirine bağlamak için, yaratıcıya ulaşmak için bir şeyi yapılandırıyorsun. Sonunda yalnızca kelimeler kalıyor. Belki de doğuyor. Ben en çok da insan kalbine inanıyorum. Bir gün onu keşfedeceğiz, o yüzden de şimdilik oyalandığımız hikâyeler yaşıyoruz.”
Genç şair Sinem Sal‘ın “Lakuna” ve “Anekta” adlı iki kitabı var. Bir süre önce üçüncü kitabı“Yine de Âmin” çıktı ve şiir okunmaz denen ülkemizde yayınlanır yayınlanmaz, ikinci baskıyı yaptı. Bunun üzerine kendine has bir sesi, rengi olduğuna inandığım, Umay Umay’ın, Murat Uyurkulak’ın da övgüyle söz ettiği Sinem Sal’la buluştum ve şiirini konuştum. Ne kadar karamsar bir tablo çizerse çizsin kalbin ve duanın gücüne inanıyordu Sinem. Işıklı gözlerle şiirlerinden söz ederken şunları anlattı mesela… “Yazdıklarımı bir guguk kuşu gibi düşünüyorum; saatinden fırlamaya hevesli ve kararlı. Umutlu da. Bir havalansa, dünyayı kurtaracak. Fakat her saat başı, kuzey cazı tonunda dünyanın kötü bir yer olduğunu söylüyor, arada punka dönüyor, sonra bakıyorsun aniden her şey çok arabesk… Dünya belki gerçekten kötü bir yer ama hayat değil.” İşte röportajımızın devamında konuştuklarımız…
Sinem Sal’dan “büyük çaresizliğimize” şarkılar
“İnsan en çok dualarında kendi oluyor”
“Yine de Âmin”de dualardan alıntılar yapıyorsun. kitabın isminden yola çıkarak,Tanrı’yla, kitapla, duayla alakan nasıl diye sorabilir miyim…
Her zaman çok ilgili ve meraklıydım. Bilgimin yoğun olduğunu söyleyemem elbette. Daha çok sezgiye, kalbe dayanan bir bağ içindeydim sanırım. Tuhaf bir babaanneyle büyüdüm. Balkonda deniz anası beslerdik. Özel bir şerbet yapardık sonra, kötü ruhları uzaklaştırsın diye. Piyano kursundan kaçıp camiye gitmiştim bir gün. Ailem kriz geçirdi tabii beni arayıp bulamayınca. Camideki çocukların elindeki kitaptan gördüğüm tek duayı yazmıştım kâğıda: Peygamberi rüyada görme duası.
Görüp görmediğini sormayacağım…
Bilinmeyen, sırlı ve gizemli şeyler bazı ruhları çeker. Dinlerle ilgili şeyler, özellikle de dualar da bana çok sürprizli geliyor. Dua ederken, kimseye anlatamadığın şeyleri döküyorsun. Günah olarak gördüklerini, hata diye tekrarladıklarını veya sende eksik olanı, gelmesini dilediğini… O yüzden sanırım insan en çok dualarında kendisi oluyor.
Tasavvufla da ilgilisin. Bu yolda neyi arıyor, neyi bulmayı ümit ediyorsun?
Nihai olarak cahil olduğum konusunda kendimi ikna etmeye çalışıyorum sanırım. Didiklemeyi bırakmaya çalışıyorum ki bu benim için çok zor gerçekten. Hakikatin bilgiyle gelmeyeceğine inandım. Bir hayvanı tanımak için parçalarına ayırdığında onu yok etmiş oluyorsun. Yani öğreniyorsun ama sonlandırarak… Dünyayı anlamaya çalışmak da beni mutsuz kıldı. O yüzden şimdilik kendimden elimden geldiğince iyi, barışçıl bir ruh yaratmaya çalışıyorum.
Başarıyor musun peki?
Eğer varoluşuma, tasavvufun beni dinginleştirmesiyle karşı gelebilseydim, hiçbir şeyi çok sevmemeye çalışırdım. Çok sevmek, nefret gibi bir şey, bir tür dengesizliğe sebep oluyor. Biri altı yaratıyor, diğeri üstü…Edebiyat da dengeyi mümkün kılıyor, hayatta yan yana gelemeyecek her şey, herkes orada bir arada durabiliyor. En azından, benim amacım bu; uyuşmaz gibi görünen herkesi ve her şeyi aynı metne sızdırmak. Bunu yaparken dünyaya katlanmamı sağlayan da müzik ve dua…
Şiirlerinde derdin, meselen aşklaymış gibi geliyor bana. Yani erkeklerle, kadınlarla, onların yapabildikleriyle, yapamadıklarıyla falan değil, doğrudan aşkla… “2000’lerde hiçbir aşk yeterince romantik ve masum değil” diyorsun. Aşka ne olmuş sence günümüzde?
Günümüzde aşkın dengesi bozuk bence; özellikle de kadın açısından… Bir yanın aşkta, ilişkide biricik olmak istiyor, öteki yanınsa mülkiyete karşı. Özgürsün ya hani; modernsin… En çok da 80’lerde doğan son neslin kafası karışık. Hızlı bir değişime tanık olduk çünkü biz; ne istediğimizi bilmiyoruz… Derdime gelince, kesinlikle kâinatın kendisiyle ve benliğimle ilgiliyim aslında. Ama bir insan için yorulmak, oraya tutunmaya çalışmak, oradan yara almak belki daha kolay geliyor. Yakın zamanda hipnoza gittim ve “Biri var” dedim, “Onu unutmak istiyorum, bütün organlarımla acı çekiyorum, bunun için ne yapabiliriz?”
Geldi mi cevap?
Hayır, şunu anladım sadece: İnsana duyduğum aşk bu dünyayaya dair merakımı, endişelerimi, korkularımı geçirmez belki ama daha az tedirgin yaşamamı sağlar.
Hep teselli, hep teselli… “Kalbinin içinde sinekkuşu besleyenlere” ithaf ediyorsun kitabını. “Yasak olduğu iddia edilen aşklara” da ithaf edecekmişsin ama sonra üzerini çizmişsin o cümlenin, neden? Üzerini çizdiğin başka cümleler de var o sayfada.
Çünkü yasak aşk kavramı sözlüklerden kalkarsa, yani onu kelimelerle ifade etmezsek artık, daha rahat ederiz bence. İthaf kısmını kitap bitince düşündüm. İlk kitabımda kimlere teşekkür ettiysem, bir bir çıktılar hayatımdan. O yüzden ithafların uğursuzluğuna inamaya başladım. Diğer yandan üzerlerini çizmiş de olsam oradaki ithafların hepsi aklımdan geçen şeylerdi. Otoriteye, hükmedene karşı gelen şiirler zaten. Politikanın ve toplumun aşka kıyıcı davranmasına tahammülüm yok. Öte yandan “Yine de Âmin”deki tüm şiirleri “yaşanamayan aşklara” adayamazdım. Çünkü kitapta sadece insana duyulan aşk yok. Özellikle ortasından itibaren biraz daha kaçık bir hâl alıyor şiirler ve karakter düzenin biçimlendirdiği aklından feragat ederek kendi ütopyasını kurmaya başlıyor. En sonda da Allah’la konuşması var. Çünkü kendi yarattığı aşk mitinin dağılışını seyrediyor, kıyametine tanık oluyor bir bakıma. Ve o kutsal günde yalnızca kalbi dile geliyor. İşte tam da orada, yasak olan hiçbir şey yok artık. Kalben özgür.
‘İmkansız görünen her şeye yazıldı bu şiirler’
Seninle geceyarıları Twitter’da kitap falı, şiir falı bakıyoruz, kahve falı hayalimizi gerçekleştiremedik ama o da olacak yakında.
Ama güzel çay tüketiyoruz karşılıklı.
Evet, çay seviyoruz. Ama kitabının adı kahve falından geliyor. Anlatır mısın?
2013 yazında, kanaldayken, bir kadın geldi yanıma ve fal bakmak istediğini söyledi bana. Sonra da fincanı hiç kaldırmadan, okumaya, olanı biteni anlatmaya başladı. Bazı bağlar vardır, görünmez değildir; apaçık ve ortadadır. Tümünü anlattı bana gerçekten. Yaşadığım aşk için de “Olmayacak duaya âmin diyorsun” dedi. “Olsun, yine de âmin…” diye cevap verdim. Oradan geliyor kitabın adı. İmkansız gibi görünen her şeye yazıldı bu şiirler aslında. Acı ve şiddettin yanında o yüzden hep bir ironi ve umut var. Bunun için çaba gösterdim.
Kapak da enteresan…
Kapak tercihim bilinçliydi. Neon ışıklarıyla “Yine de Âmin” yazıyor. İslamiyet’in ve Allah’ın adının altında dönen her türlü ahlaksızlığa ve sömürüye tepkimi göstermek için seçtim bunu.
‘Kadıköy’den başka yerde âşık olamıyorum’
“En iyi yardımcı katil ödülü”nü alan kişi kim, kalbin nerede, bilmiyorum ama biraz da Kadıköy’de sanki… Kadıköy sokaklarının ayrılmaz bir parçasısın Ne var Kadıköy’de, barlar sokağında, ne bileyim antikacılar çarşısında sana bu kadar çekici gelen?
Antikacılar Sokağı önemli. Türk Sanat Müziği çalıyor ve sokak çaycılarındaki çay 1 Lira…Ben o sokağı keşfettiğimde gerçekten üç insan oturuyorduk sanırım ve tüm yaz boyunca o taburelerde şiir yazmıştım, onlarca bardak çay tüketip. İşten çıktığım bir gün, ayakkabılarımı çıkarmış Antikacılar Sokağı’nda yürüyordum. Böyle anlatınca mutsuz bir kadın sanılacağım, halbuki benim için çok güzel bir gündür. Her neyse, orada gramofoncu bir abi var, taş plak tamiri yapıyor… Beni görüp dükkanına çağırdı. Birlikte piknik tüpünde çay demleyip Zeki Müren dinledik. O gün hayatımın geri kalanında da bu sokağı çok seveceğimi anladım. Hani bazı insanlar kendi evlerinden başka yerde uyuyamaz ya, ben de sanırım Kadıköy’den başka yerde âşık olamıyorum. “En iyi yardımcı katil ödülü”nü alan kişiye gelince, ödülünü aldı, sahneden indi. Evet, fonda “He shot me down, bang, bang!” çalıyordu.
Kitabın finalinde, “Zannedersem Tek Eksiğimiz Aşktı” diye uzun bir şiir var. Onu yazma cesareti nereden geldi?
O başlık aslında bir porno yönetmeninin repliğinden esinlenme. Ahlaki değerlere aykırı düşen bir sistem var Türkiye’de, aşkta… Hiçbirimiz kendi hayatımıza karşı dürüst değiliz sanki. Şiirler bir hikayeyle ilerlediği için o şiir daha çok bir kapanış metni. Az önce sözünü ettiğim gibi son üç şiirde zaten karakter kendi ölümüne, kıyamete ve ahiret gününe şahit oluyor. İnsana duyduğu aşk sona eriyor ve Kur’anda yazıldığı gibi tüm organları dile geliyor… Aslında yalnızca kalbi… Orada Allah’ın susması, var olmadığı anlamına gelmiyor, aksine… O yüzden zaten “Kalbim Ziggurat” adıyla geçiyor karakter. Aşk zaten Babil Kulesi gibi. Yeri ve göğü birbirine bağlamak için, yaratıcıya ulaşmak için bir şeyi yapılandırıyorsun. Sonunda yalnızca kelimeler kalıyor. Belki de doğuyor. Ben en çok da insan kalbine inanıyorum. Bir gün onu keşfedeceğiz, o yüzden de şimdilik oyalandığımız hikâyeler yaşıyoruz.
Stefan Ihrig’le “Karanlıkta Parlayan Yıldız” üzerine
Tarihçi Stefan Ihrig‘in Harvard Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan Atatürk in the Nazi Imagination (Nazi Muhayyilesinde Atatürk) adlı kitabı, Alman Nazi lideri Adolf Hitler‘in, çağdaş Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk‘e duyduğu derin hayranlıktan bahsediyordu. Ihrig’e göre; Hitler Atatürk’e “karanlıkta parlayan yıldız” diyor, onun yeni Türkiye’sinden ilham aldığını her fırsatta tekrarlıyordu. Peki bu hayranlığın kökeninde ne vardı? Atatürk diktatör müydü, yoksa bu bize daha çok Nazilere dair bir şey mi söylüyordu? Sordum, Ihrig de anlattı…
“Karanlıkta parlayan yıldız” ve Hitler’in rol modeli olarak Atatürk
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1923 önemli bir yıl. O yılın sonlarında Adolf Hitler hezimetle sonlanan bir darbe girişimi yapıyor ve ardından yandaşı komplocularla birlikte yargı önüne çıkarılıyor. Duruşmalarda rol modeli olarak da sık sık Atatürk’ün adını anıyor.
Aradan yıllar geçiyor, Naziler 1933’e kadar yasal ve siyasi olarak yavaş yavaş güçleniyorlar. Türkiye’ye ve Atatürk’e hayranlıklarını dile getirmeyi ise hiç bırakmıyorlar. Hatta Hitler Atatürk için “karanlıkta parlayan yıldız” bile diyor.
Bunları tarihçi Stefan Ihrig’in “Atatürk in the Nazi Imagination” (Nazi Muhayyilesinde Atatürk) adlı kikabından öğreniyorum. Ihrig, “O yıllarda Almanya’da Atatürk ve Yeni Türkiye çevresinde minor bir kült inşa edilmişti desem pek abartmış sayılmam” diyor. Onunla röportajımız aşağıda. Tabii cevabını en merak ettiğim soruyu sona sakladım, lütfen okuyun…
Sizin Atatürk’e “karanlıkta parlayan yıldız” ya da “yüzyılın en büyük insanı” diyen Hitler’iniz benim için yeni bir şey. Hitler’in Atatürk’ü rol modeli saydığını bilmiyordum…
Bilinmemesi doğal. Türklerin Kurtuluş Savaşının ve Atatürk’ün Avrupalılar üzerindeki etkisi çeşitli sebeplerle gözardı edilir.
Nedir bu sebepler?
Birincisi, Türkiye II. Dünya Savaşı’nda majör bir rol üstlenmemişti. İkincisi, her şey ta 1920’lerde; Almanya ile Türkiye arasında hiçbir resmi diplomatik ilişki kurulmadığı yıllarda başlamıştı. Üçüncüsü, sözünü ettiğimiz bu mesele aslında Almanya’nın iç meselesiydi…
Thorak’ın Atatürk büstü Hitler’in saplantıları hakkında bize ne söylüyor?
Nazi Almanyası’nın resmi heykeltraşı Josef Thorak’ın Atatürk büstü, Hitler’in en değer verdiği eşyasıymış. (Sanırım o büstten bir tane de Ankara’da var.) Bu bize Hitler’in karakteri ve saplantıları hakkında ne söylüyor?
Kurtuluş Savaşınız Weimar Cumhuriyeti’nde acayip bir medya hadisesi olmuştu. Bazı gazeteler savaşı gün gün birinci sayfadan; Almanya’nın mühim meselelerinin hemen yanı başında rapor ettiler. Anadolu’da olup bitenler bir milliyetçi için bir rüyanın gerçekleşmesiydi. Naziler, Kemalistler ne yaptıysa Almanya’da aynısını yapabileceklerini düşündüler. Derken 1923’te Hitler, Münih’te alternatif bir hükümet kurmak amacıyla “Birahane Darbesi” adı verilen şu başarısız darbeye kalkıştı. Atatürk’ün “İstanbul yerine Ankara Hükümeti” fikrinden de epeyce ilham almıştı.
Anladığım kadarıyla Hitler Türkiye’yle ilgilenmeye Atatürk’ün, I. Dünya Savaşı yenilgisinin küllerinden yepyeni bir ulus yaratma başarısını görünce başlamış; 1919’da…
Evet ama o büyülenme ve borçluluk hissi sonra da devam etti. 1933’te verdiği bir söyleşide “karanlıkta parlayan yıldız” olarak bahsettiği Atatürk, Hitler için liderliği, militarizmi, milliyetçiliği ve Naziler’e göre demokrasi ve bolşevizm karşıtlığı sebebiyle bir rol model oldu. Türkiye’nin hızlı modernizasyonu ve sekülerleşmesi de bu hayranlıkta etkiliydi.
Hitler Atatürk’te ne görüyordu?
“Ustasının” Atatürk olduğunu, kendisinin onun öğrencisi sayılması gerektiğini söylüyor. Mussolini de bir keresinde “Ben Milano’daki Ankara’nın Mustafa Kemal’iyim” diyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz, bu hayranlığın kökeninde çok güçlü ve karizmatik bir insana benzeme arzusu olabilir mi? Belki de sadece görmek istediklerini görüyorlardı…
Hakikaten her şey bir milletin güçlü ve sorgusuz lideri olma arzusundan ve tabii Atatürk’ün karizmasından kaynaklanıyordu. Bir de tabii alternatif bir siyasi üslup arayışından… Yeri gelmişken, kitabımın bir karşılaştırmalı tarih çalışması olmadığını vurgulamak isterim. Türkiye’yi ve Atatürk’ü değil, Nazilerin onları hangi perspektiften gördüğünü anlatıyorum. “Yeni Türkiye” algısından etkilendiler ama “Yeni Almanya” da dedikleri III. Reich’i yaratırken her şeyi birebir kopya etmediler. Örneğin Atatürk Türkiyesi’nde kadınların özgürleşmesi adına yapılanlar Nazilerin görüşlerine hiç uygun değildi, bu yüzden Türkiye’deki çağdaşlaşmanın o bölümünü görmezden geldiler. Türkiye’de sekülerlik çok önemliydi, Naziler ise Almanya’da Kilise’nin nüfuzunu ortadan kaldırma hedeflerini gerçekleştirirken hep çok dikkatli olmak zorundaydılar, bu yüzden fazla ileri gitmediler.
Kitabınıza göre, Türkiye’deki azınlıklarla, mesela Ermeniler ve Rumlarla ilgili trajik kararlar Hitler’in hayranlığını daha da arttırmış. Naziler Türkiye’deki azınlık grupları doğrudan Alman Yahudilerine benzetiyorlarmış. Tam olarak ne oluyordu?
Naziler ve savaş dönemi Almanyası’nın diğer milliyetçi kurucuları için Türkiye’nin I. Dünya Savaşı’nın başından Kurtuluş Savaşının sonuna kadar kendini Ermenilerden ve Rumlardan “temizlemesi” olgusu, Yeni Türkiye’nin yükselişi adına bir ön koşul, bir şart değilse bile çok çok mühim bir şeydi. Tabii Türkiye’de ve İstanbul’da azınlıkların varlığını sürdürdüğü gerçeğini basitçe göz ardı ettiler. Türkiye’yi başarılı bir homojen milli devlet olarak resmetmek onlar için çok daha önemliydi.
Alman medyası, “yeni Türkiye” ve Atatürk’le neden ilgileniyordu?
Alman medyasının da Türkiye’ye ve Atatürk’e ilgisi büyükmüş. Bu konularda çıkan makale sayısına deir verdiğiniz rakamlar çok çarpıcı. Bu ilgiyi nasıl yorumluyorsunuz?
Açıkçası Alman milliyetçileri I. Dünya Savaşı’nın hemen ardından ağır bir travmayla karşı karşıya kalmıştı.. Bir kere savaşı kaybetmişlerdi ve sebebini tam olarak anlayamıyorlardı. İmparatorluk da ellerinden gittiğinden, çok küçümsedikleri bir yeni demokratik sistemde kalmışlardı. Dahası gerekirse silahla karşı çıkmaları gerektiğini düşündükleri çok sert barış antlaşması düzenlemelerine maruz bırakılmışlardı. Birden hayallerini gerçekleştiren bir grup insanı, Kemalistler’i gördüler. Yeni Türkiye, o dönem Almanyası’nın aydınlık bir aynası gibiydi. Bu ülke ve lideri onlara umut, ilham ve muhtemel stratejiler aşılıyordu.
Hitler’in hayranlığını nasıl açıklıyorsunuz? Dönemsel bir denk düşme, yani konjonktürel durum da söz konusu olabilir miydi?
Yok, süreçler arasındaki benzerlik aslında sınırlı. Naziler olanları abartıp tüm ayrıntıları kendi görmek istedikleri şekilde gösteriyorlardı. Fakat bu bence sadece Atatürk’ün projesinin yeni ve çok özgün bir şey olduğunun altını çiziyor. Tabii bu yaşananların nelere yol açacağını kestirmek, Avrupalı gözlemcilerin çoğu için henüz pek mümkün değildi. Erken dönem Kemalist projenin yeniliği ve belirsizliği hem Nazilerin hem de İtalyan faşistlerinin Türkiye’yi niçin kendilerine, politkalarına ve özlemlerine yakın hissettiklerini açıklıyor. Yeni Almanya’yı bir bakıma yeni Türkiye’yle özdeşleştiriyorlardı. III. Reich döneminde bu konuda hem medyada sayısız makale çıktı hem de arka arkaya kitaplar yayınlandı. Gerçi daha sonra işler biraz değişti. Alman Propaganda Bakanlığı Nazileri eleştirdiği için Türkiye’yi cezalandırmak istedi ve medyadaki pozitif tabloyu tersyüz etmeye karar verdi ama bu artık çok zordu. Bir propaganda yetkilisinin anlattığına göre, o güne kadar Türkiye’yle ilgili öyle olumlu bir imaj yaratılmıştı ki geri dönmek imkansızdı.
Atatürk diktatör müydü?
Peki Hitler ile Atatürk’ün benzedikleri yanlar var mıydı? Farklılıkları nelerdi? Bir de sizce Atatürk de bir diktatör müydü?
Alman çağdaşlarına göre Atatürk kesinlikle bir diktatördü. 1920’lerde ve 1930’larda Türkiye’nin gelecekte nereye gideceğini bilemezlerdi. Karşılarında hiçbir gücün karşı koyamadığı heybetli bir lider, bir tek parti devleti ve dünyanın çoğu memleketi için imkansız denecek bir yeniden inşa süreci duruyordu. Bunlar Nazilere çekici geliyordu elbette, ayrıca demokratik bir yönetime uygun değildi.
O halde şöyle sorayım… Hitler’in hayranlığının karşılıklı olma ihtimali var mı, yani Atatürk’ün onun hakkında ne düşündüğünü biliyor muyuz?
O tuzağa düşmeyelim; kitabımda anlattığım şeyler bütünüyle Nazi’lerle alakalı. Nasıl desem, söz konusu olan aslında tek taraflı bir aşk hikayesiydi.
Karşılıksız yani…
Bilebildiğim kadarıyla Hitler’in tehlikeli biri olduğunu gören Atatürk bu aşka hiç karşılık vermedi. Bakın; Atatürk öldükten hemen sonra bir Alman gazetesinde şöyle bir makale yayınlandı… Bir liderin hangi nitelikleri taşıması gerektiği anlatılıyordu; lider olmayı hak etmek için ne yapmalı falan… “Kusursuz liderin memleketi dışında da barış adına çalışması gerekiyor” deniyordu. Barış burada altı kalın kalın çizilen önemli bir mesajdı ve makalenin yazarı bizzat Atatürk’tü. O yüzden onu yayımlamak, sadece Atatürk’ün III. Reich’taki hakim imajını temizlemekle kalmıyor, aynı zamanda Hitler’e karşı çıkmak anlamına da geliyordu.
Stefan Ihrig’in öteki çalışmaları
Özellikle Alman ve Osmanlı/Türk tarihi üzerine çalışıyorsunuz. Başka ne anlatırsınız kendinize dair?
Tarihle ilgili tartışmaları, söylemleri ve algı farklılıklarını milletlerüstü bir perspektiften, derinlemesine incelemek fikrini heyecan verici buluyorum.
“Atatürk in the Nazi Imagination” üzerinde çalışmaya nasıl başladınız?
10 yıl önce Türkiye’nin AB üyeliği çevresindeki tartışmalar zirve yapmıştı, Almanya’da Türklere karşı sergilenen düşmanca davranışların tarihin derinliklerinden beri yaygın biçimde sürdüğü düşünülüyordu. Oysa ben 20. yüzyılın genişçe bir bölümünde, 1919’den ‘45’e kadar Türklere aşırı pozitif yaklaşıldığını gösteriyorum. Jön Türkler İhtilali sırasında, I. Dünya Savaşı boyunca ve sonrasında… Elbette bambaşka, birbirinden tamamen farklı sebeplerle… Bu, algının ne kadar hızlı değişebildiğini de gösteriyor.
Biyografinizde şu sıralar “Şiddetin toplum tarafından kabulü” konusunu çalıştığınızı okudum. Bunu biraz örneklendirmenizi istesem…
Bu konuda sürdürdüğüm iki ayrı proje var: Bir tanesinin konusu, Almanya’da Osmanlı Ermenilerine yönelik şiddetle ilgili olarak 1890’lardan ‘30’lara dek süren tartışmalar… Birçok emperyalist, milliyetçi ve hiper-milliyetçi Alman, Ermenilerin imparatorluk, ulus ve Dünya Siyaseti adına öldürülmelerinde sakınca görmemişti, projemde bunun tam olarak nasıl mümkün olabildiğini araştırıyorum. İkinci projenin konusuysa, 19’uncu yüzyılın sonundan II. Dünya Savaşı’na dek çeşitli Avrupa toplumlarında genellikle halkın ve medyanın siyasi katliamları nasıl hem politik olarak hem de ahlaken anlaşılır ve kabul edilebilir bulduğu…
“Her kitap yeni bir insanla tanışmak gibidir…”
Sultana Dokunmak, Lokanta, Rüzgar Ekenler ve son olarak Gam gibi romanların yazarı olan ve “Benim için her kitap yeni bir insanla tanışmak gibidir” diyen Hakan Yel okuma uğraşıyla ilişkisini arkadaşım Ümran Avcı’ya anlattı.
Açıkçası bana birkaç kitap hariç biraz tuhaf gelen bir ilk 10 listesi yaptığını söylemek isterim, ama n’apalım, Yangında İlk Kurtarılacaklar’ın esprisi bu. Bu bölümü siteye okuma alışkanlıklarımızla zevklerimizin birbirinden ne kadar ayrı sularda seyredebildiğini görelim ama itiraz etmeyelim diye ekledim :)
Hakan Yel’in ilk 10’u
İnsan olmak, Engin GeçtanSinek Isırıklarının Müellifi, Barış BıçakçıYıldız Tutulması, Ender ÖzkahramanKravat, Enis BaturMel’un: Bir Us Yarılması, Selim İleriKoku, Patrick SüskindYazıhane, Murathan MunganYazarın Yalnızlık Burcu, Semih GümüşKitap İçin, Selçuk AltunMazruf, Enis Batur
Çocukken en sevdiğiniz kitaplar hangileriydi? O zamanlar sizden kaçırılan “tehlikeli” kitaplar var mıydı? Büyüklerden gizli gizli neler okurdunuz?
Bazılarını hayal meyal hatırlıyorum, bazılarını çok net. İlkokul ortalarında Tommiks, Teksas gibi çizgi romanları elimden bırakamıyordum. Sonra son sınıfta Kemalettin Tuğcu okuduğumu ama bir ağabeyler grubunun mahallede ayaküstü bana kızdığını, “Daha iyi şeyler oku” diye tembih ettiklerini hatırlıyorum. Bu arada annemin Kerime Nadir romanlarını okumaya çalışıyorum ama bu kez annem “Bunlar sana göre değil” diyor. Sonra ortaokulda birkaç yaş büyük bir solcu çocukla tanışıyorum, bana yasak bir kitap veriyor “Aman kimse görmesin” diyerek. Okuyunca bile bu gizemin ne olduğunu anlayamıyorum. Daha sonra bir yaz tatili sırasında Almanya’daki semt kütüphanesinde Fakir Baykurt, Orhan Kemal, Aziz Nesin ve Yaşar Kemal’i keşfediyorum… Sonuçta bazı kitapların yasak olduğunu ilk kez çocukken duydum ama kitaplardan neden bu kadar korkulduğunu bu yaşa geldim hâlâ anlayamadım.
Kitapla ilgili kötü alışkanlıklarınız oldu mu? Mesela kitap çaldınız veya ödünç aldığınız bir kitaba el koydunuz mu hiç? Yahut okumak konusunda “yaramaz” zevkler edindiniz mi?
Küçüklükten beri arkadaşlardan bazılarının evlerinde kütüphaneler ve sıra sıra kitaplar görünce büyük bir kıskanma ve yokluk hissi duyulmuş, bunu net hatırlıyorum. Kitap biriktirme fikrine bir türlü ısınamadım. Tabii bunda, ailemden uzak tek başıma bir düzen yaratmam ve oradan oraya taşınmam da etkili olmuştur. Bu bakımdan hiç yaramaz zevklerim ya da tutkularım olmadı açıkçası.
Kütüphanenizin bir haritasını çizmenizi istesek neler anlatırsınız? Okumayı en az sizin kadar seven biri kütüphanenizi görse ne hazinelerle karşılaşır?
Okuduklarımı sadece kendim için saklamayı doğru bulmuyorum. Onları kitap alma imkanı olmayan insanlara veriyorum. Bu nedenle kütüphanesinde yüzlerce hatta binlerce kitap saklayıp bununla öğünenlerden değilim. Kütüphanemiz sadece beş raflı iki dolaptan oluşur ve birinde benim, birinde eşimin kitapları durur. Dolayısıyla okumayı benim kadar seven biri bizim evdeki kütüphanemizi görse katıla katıla güler sanırım.
İnternetten alışveriş ediyor veya elektronik kitap satın alıyor musunuz?
Daha fazla ve daha rahat İngilizce kitap okumak için şu yeni tabletlerden birini aldım. Diğer yandan internetten bir kez toplu kitap aldım ama açıkçası kitapçıda alışveriş yapmanın keyfi ve sorularına anında cevap alabilme ayrıcalığını epeyce aradım. Bu nedenle kitapçıların şekil değiştirerek de olsa her zaman var olacağına inanıyorum.
Hakkı yenmiş kitaplar dendiğinde aklınıza hangileri geliyor?
Hakkı yenmiş kitap olduğuna inanmıyorum. Sadece yeterince güçlü söylemi olmayan ve zamanı gelmemiş kitaplar var bence. Birinin ayılıp bayıldığı bir kitabı diğerlerinin anlamaması bence düz matematiktir. Haktan bahsettiğiniz zaman okurun da seçim hakkından söz etmek gerekir. Kitabımın herkesi ilgilendirdiğini düşünüyorsam keşfetmelerini beklemeliyim. “Hakkı yenmiş” denince aklıma sadece bu mantık geliyor.
Asla almam dediğiniz türden kitaplar var mı? Hangi kitapları ya da yazarları hiç okumazsınız?
Benim için her kitap yeni bir insanla tanışmak gibidir. Önyargısız olarak rastgele birkaç paragrafı okurum, ilgimi çekiyorsa vakit ayırırım. Çekmiyorsa, tıpkı tanıştığımda ilgimi çekmeyen insanları görmezden geldiğim gibi önemsemem. Zaten benim önemsemem ya da önemsememem o kitabın değerini etkilemez. O yüzden daha serbest yargılarım. Sonuçta bazı yazarları okuduğumda hiçbir şey anlamıyorum ama bazılarını da “Bir an önce yenisini yazsa” diyerek sabırsızlıkla bekliyorum.
Şu sıralar neler okuyorsunuz? Rafta gördüğünüz zaman sizi hangi kitaplar heyecanlandırıyor?
Barış Bıçakçı, Engin Geçtan, Murathan Mungan, Selim İleri, Hande Altaylı, İlber Ortaylı, Semih Gümüş ve Selçuk Altun’un kitaplarını özellikle takip ediyorum. Ancak son romanım “Gam” bittiğinden beri tamamen Enis Batur kitaplarını okumaya ve fikirlerini anlamaya odaklandım. Bu yazarların ve eleştirmenlerin her birinden yeni kitaplar görmek beni şüphesiz çok sevindirir.
Son zamanlarda yayımlanan kitapları düşünürseniz, bir keşiften söz edebilir misiniz?
Bence Türkçeyi önemseyen herkes Barış Bıçakçı’yı okumalı, keşfetmeli. Çizgi romanda ise Ender Özkahraman imrendiğim bir göz. Dünyada animasyon yükselirken ülkemizde Ender Özkahraman’ı keşfetmemiş olmak okur için kayıptır. Diğer yandan Datça’da kendi yemek kitabını bastıran ve çarşıdaki tezgahında satışa sunan Birten Engin Naliş’in yazacağı çocuk romanlarını merakla bekliyorum.
“Aslında her kitap hak ettiği yere geliyor, gelecektir”
“Türkiye’de çocukları ve gençleri edebiyatın usta kalemleriyle buluşturan Günışığı Kitaplığıyirminci yılına emin adımlarla yürürken, kitaplığın rafları arasında dolaşan bir Keçi göze çarpıyor. Edebiyat bir havuz problemine nasıl dönüşür? Bir çocuk kitap fuarından ne bekler? İnsan bir kitabı neden yedi defa okusun ki? Kant’ı çocuklara anlatmak mümkün mü? Edebiyat, eğitmek zorunda olmalı mı? Bu yolcu, sorularıyla beraber geliyor. Düşünceye alan açmak için, rahatsız etmek için, edebiyatı insanın odağına alabilmek için sokaklardan ve caddelerden değil, zorlu yollardan seke seke geliyor.”
Bunlar Halil Türkden‘in cümleleri… Gazeteci, yazar Halil, “İnadına edebiyat” sloganıyla yayınlanan Keçi dergisinin editörü. Onu size biraz daha tanıtayım… “Kitap seçimlerim gittiğim ve gitmek istediğim ülkeler gibi” diyen Halil, edebiyat dergilerinde, kitap eklerinde yazıyor, Günışığı Kitaplığı’nda çalışıyor ve bir de az önce söylediğim gibi, elektronik edebiyat dergisi Keçi’nin editörlüğünü sürdürüyor.
Kitaplarla maceralarını, daha doğrusu yolculuklarını ilgiyle okuyacağınızı umuyorum. “Her kitap hak ettiği yere geliyor, gelecektir” cümlesine ise katılıyorum.
Bu arada hepinizi 18 Ekim’de Kadir Has Üniversitesi’nde yapılacak olan Zeynep Cemali Edebiyat Günü‘ne davet ediyorum. Nazlı Eray, Metin Celal, Huban Korman, Feridun Oral, Sadi Güran, Dr. Müren Beykan, Ayfer Gürdal Ünal, Feridun Andaç ve elbette Mine Soysal çeşitli konularda konuşacak, tartışacak. Halil’le ben de “Yeni Medya ve Edebiyat”tan bahsedeceğiz. Gelirseniz çok mutlu oluruz…
Keçi’nin web adresi
18 Ekim’de katılmak isteyenler için Zeynep Cemali Edebiyat Günü hakkında ayrıntılar
Sağdaki fotoğraf bu adresten alındı.
“Çocukken ne okuduysam kendim arayıp buldum…”
Çocukken neler okuyordun? En sevdiğin kitaplar hangileriydi? Senden kaçırılan kitaplar var mıydı? Gizli gizli neler okurdun?
Ailem ne kitap kaçırmıştır ne de kitap okutmuştur bana. Ne okuduysam kendim aradım buldum. Öte yandan, Türkçe ve edebiyat öğretmenlerim konusunda çok şanslı bir çocuktum. Ömer Seyfettin ve Muzaffer İzgü vazgeçilmezlerdi. Edmondo De Amicis’inÇocuk Kalbi de o yılların en iyilerindendi. Enrico’nun günlüklerinden oluşan bu kitaptaki her karakter dün gibi aklımda. Oliver Twist’in de benzer bir etkisi olmuştu. Ortaokulun son yılında sınıf öğretmenimiz bir gün ders kitaplarımızı kapatmamızı söyledi ve birden Richard Bach’ın Martı Jonathan Livingston adlı kitabını okumaya başladı. Bitirdiğinde aklımda sadece Jonathan vardı. Lise yıllarında birkaç defa daha okudum ve bazı öğretmenlerimden “kötü edebiyat” olduğuna dair uyarılar aldım ama okumaya devam ettim. Yalnızlıktan kaçmamayı, sıradan bir martı olmamayı ve mükemmeli o gün kafaya koydum. Bir gün bir kitap gelir ve hayatınızı başka türlü yaşamak için bir neden verir. Martı öyle oldu benim açımdan.
Kitapla ilgili kötü alışkanlıkların oldu mu? Mesela hiç kitap çaldın mı? Veya ödünç aldığın bir kitaba el koydun mu?
Kitaplarla ilgili, gelecekte neler okuyacağımı ve yetişkinlerin ne okuduğunu merak etmek gibi kötü bir alışkanlığım vardı. Merak etmeyi geçip okuyordum da. Doğru zamanda doğru kitabı okumak, hele hele çocuklar ve gençler için çok önemli. Ödünç almaya gelirsek, kütüphaneleri çok kullandım ama hayatımda çok az kişiden kitap ödünç almışımdır. Ancak ödünç verdiğim ve geri almadığım kitap sayısını hatırlamıyorum bile. O konuda biraz tepkisizim, kitabı sevdiğinden geri getirmiyordur diyorum ve kitapla ödünç alan arkadaşımı baş başa bırakıyorum.
Bir insan okumayı ne kadar severse sevsin, nihai seçimini en baştan yapmaz, farklı ve değişik şeyler okur, arada “yaramaz” seçimler yapar. Senin de bu tür ara dönemlerin oldu mu? O ara dönemler sürüyor mu?
Mutlaka. Akademik yayınlar ve Beat kuşağı, çağdaş öykü ve roman hep yakalamaya çalıştıklarım. Fakat arada iyi bir gündüz uykusu gibi, bir kaçamak gibi kitaplığın klasikler rafına göz atıyorum. Ayrıca, mektupları da hep merak ederim ve bu kaçışları sevdiren birkaç eser var. Hubbard’ın Garcia’ya Mektup’u ve Kafka’nın Babaya Mektup’u bu kaçışlarımı sevdirmişti.
Okumak için tercih ettiğin özel bir saat ve yer var mı? Bizimle ideal okuma deneyiminizi paylaşır mısın?
Küçükken okumak için özel bir vakit ayırırdım. Ayvalık ve Akhisar’da geçen çocukluğumda, okul çıkışlarında zeytin ağaçlarının altındaki gölgelikler ve evin içindeki kör noktaları tercih ederdim. Kitap okurken birinin bir şekilde araya girmesi beni kitaptan tamamen koparabilirdi. Bu riski göze alamazdım. Şimdilerde daha az özen gösteriyorum zaman ve mekân seçimlerime.
“Kitap seçimlerim gitmek istediğim, gittiğim ülkeler gibi”
Ne tür kitapları sever, okursun?
Kitap seçimlerim gitmek istediğim ve gittiğim ülkeler gibi. Okunmayan daha nice kaynak var bir yerlerde. Ama aynı kitabı çok defa okuduğum da oluyor. Tıpkı gittiğim yerlere bir daha gitmek gibi… Edebiyatta tür anlamında hiçbir kitaba önyargıyla yaklaşmam. İyi-kötü edebiyat diye ayırırım ve okurum. Ama Beat kuşağının yeri ayrıdır benim için. Klasik Türk Edebiyatı ve Dünya Edebiyatı da tercihlerimde en güvendiğim alanlar. Doğal olarak çağdaş edebiyata yaklaşırken ince eleyip sık dokuyorum.
Kütüphanenin bir haritasını çizmeni istesem neler anlatırsın? Okumayı en az senin kadar seven biri kütüphaneni görse ne hazinelerle karşılaşır?
Akademik bir arka plan olduğundan, sosyal bilimlerden önemli kaynaklar kütüphanenin yarısını oluşturuyor. Sosyal bilimlere temel bir çizgi çeken kent, politika ve iletişim alanından kuramsal kitapların önemli bir yeri var. Diğer yarısında edebiyata dair seçkiler bulunur. Her kitabı kütüphaneye sokmuyorum. Bir insan her şeyi okuyabilir ama kütüphanesi değerlilerinden oluşmalı bence. Bir Sabahattin Ali, Proust ve Beat delisi olduğumu söylemeli. O nedenle Proust’un yedi ciltlik Kayıp Zamanın İzinde’si, Ginsberg, Kerouac, Le Guin, Bilge Karasu, Kafka ve Sabahattin Ali kitapları kitaplığın hazine noktaları gibi…
Sehpanın, masanın üstünde hangi kitaplar duruyor şimdilerde?
Akademik hayattan kopuşum zor olduğu için masadan sosyal bilimlere dair yeni çıkan ne varsa eksik olmaz. Edebiyata dairse, son günlerde Wilhelm Genazino’nun Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk ve Arjantinli yazar Eduardo Berti’nin Düşlenen Ülke’siyle haşır neşir oluyorum.
“Kötü metinler okumak hem moral bozuyor, hem de yoruyor”
Asla almam dediğin türden kitaplar var mı? Ne tarz kitapları ya da yazarları hiç okumazsın?
İnsanlara hayatı pazarlayan kişisel gelişim kitaplarını kesinlikle almam. Bunun dışında, tür olarak bir önyargım olmasa da yazar ve konu seçimlerimde birçok okur gibi tanıdığım yazarlardan vicdani ve ideolojik anlamda ters düştüklerimden uzak dururum. Bazı kitaplar daha elinize almadan, raftayken bile edebiyat dışında her şey olduğunu belli eder. Teknik kitapları saymazsak, edebi anlamda kötü metinler okumak hem moral bozuyor, hem de yoruyor.
Seni düşkırıklığına uğratan ya da aşırı övüldüğünü düşündüğün kitaplar hangileri? Hoşlanman beklenen ama hoşlanmadığın bir kitap oldu mu mesela?
Bugün yazılan öyküleri her açıdan yetersiz ve tekrar olarak görüyorum. Konu ve anlatım olarak özgün öyküler çok az; buna rağmen, müthiş öyküler olarak servis ediliyorlar. Çeviri romanda yeni keşifler çok az maalesef. Piyasada onca yayınevi, yüzlerce çevirmen var. Ama keşif ve çeviri emeği çok önemli. “İyi”nin yanı sıra “yeni” sözcüğünü vurgulamak isterim. Bir dostun önerisiyle Zülfü Livaneli’nin Kardeşimin Hikâyesi’ne başlamıştım. Uzun zaman sonra bir kitabı yarıda bırakmak zorunda kaldım. Bir de sevdiğimiz yazarların Gezi sonrası telaşla yazılmış eserleri hayalkırıklığına uğrattı.
Hakkı yenmiş kitaplar dendiğinde aklına hangileri geliyor?
Aslında her kitap hak ettiği yere geliyor, gelecektir. Bir kitabın esas okurunu bulması yıllar sürebiliyor. O nedenle kitap ismi veremem ama tür olarak öykü ve anı gibi türlerin özellikle çok satanlar listelerinde romanmış gibi pazarlanması, öykünün daha basit ve kolay bir türmüş gibi gösterilmesi saçma geliyor. Bu türlerin hakkının yendiğine inanıyorum.
Son zamanlarda yayımlanan kitapları düşünürseniz, bir keşiften söz edebilir misin? Bir gün herkes şu kitaptan ya da şu yazardan söz edecek gibi…
İlk kitabını on yıl önce çıkaran Ahmet Büke geliyor aklıma. İyi edebiyat okurlarının bildiği bir yazar zaten. Ama daha çok okumalı, yaymalı. Öykülerinin değerini okurları biliyor zaten ama yıllar geçtikçe daha da değerlenecek gibi. Ayrıca ON8 koleksiyonundan Jane Taller’inAğaçtaki romanı kütüphanemde William Golding’in Sineklerin Tanrısı’nın yanında durur. ON8’in son dönemdeki Ağaçtaki ve Çıplaklar adlı kitaplarını son aylardaki en önemli keşiflerim olarak görüyorum Salt edebiyat değil, felsefe çerçevesinde anlamı ve var oluşu sorgulayan eserler…
Yangında ilk kurtarılacaklar
Halil’in 10 kitaplık tavsiye listesi. Olmazsa olmazları. “Bana sadece bunlar yeter” dedikleri…
İçimizdeki Şeytan, Sabahattin Ali
Çavdar Tarlasında Çocuklar, J. D. Salinger
Yolda, Jack Kerouac
Beyaz Diş, Jack London
Mülksüzler, Ursula K. Le Guin
Göçmüş Kediler Bahçesi, Bilge Karasu
Ses ve Öfke, William Faulkner
Yabancı, Albert Camus
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Milan Kundera
Ve her biri birer şaheser olan yedi ciltlik Kayıp Zamanın İzinde, Marcel Proust
0 yorum