KERBELA YA DA SAHNEYE BIRAKILAN RENKLER 


İslam dini peygamberinin torunu Hüseyin ve ailesinin, Kerbela denen bölgede Halife Yezid'in askerlerince günlerce susuz bırakılıp sonra da vahşice katledilmeleri ve ilgili süreci konu alan "Kerbela" adlı oyun İstanbul Şehir Tiyatroları'nda ve Ankara Devlet Tiyatrolarında nerdeyse kapalı gişe sahneleniyor.
Bir çok tarihsel, dinsel, kültürel olgunun kesişme noktasında bulunan Kerbela Olayı'nı konu alan bu oyunun değerlendirmesine geçmeden, Kerbela Olayı'na yol açan tarihsel sürece özetle değinmeye çalışalım ilkin.

Kerbela Olayı
İslam dini peygamberinin torunu Hüseyin ve ailesinin, Kerbela denen bölgede Halife Yezid'in askerlerince günlerce susuz bırakılıp sonra da vahşice katledilmeleri ve ilgili süreci konu alan "Kerbela" adlı oyun İstanbul Şehir Tiyatroları'nda ve Ankara Devlet Tiyatrolarında nerdeyse kapalı gişe sahneleniyor.
Bir çok tarihsel, dinsel, kültürel olgunun kesişme noktasında bulunan Kerbela Olayı'nı konu alan bu oyunun değerlendirmesine geçmeden, Kerbela Olayı'na yol açan tarihsel sürece özetle değinmeye çalışalım ilkin.
Arap yarımadasında, İslam egemenliğinin Halife Osman döneminde, Ümmeyeoğulları ve Haşimoğulları arasında, kökeni İslamiyet öncesine kadar giden iktidar mücadelesi, Halife Osman'ın üyesi olduğu Ümmeyeoğulları'na daha da ayrıcalık ve devlet hazinesinden daha da fazla pay ayırması ile sıcak çatışmalı bir ortama taşınmıştır.
Halife Osman'ın öldürülmesi, ardından Müslümanlar arasında büyük savaş ve kıyımlar, sonra Halife Ali'nin öldürülmesi gibi İslam dünyası içinde derin ayrılıkların başlangıcı sayılan olaylar; Gaza, "fetih", cizye, ganimet ve ticaretle sağlanan olağanüstü servetin, özellikle Ümmeyoğulları ve Haşimoğulları arasında paylaşımına dayalı bir iktidar mücadelesi sürecinin ürünüdür. Kerbela da bu sürecin ürünüdür.
Yezid'in (Emevi'lerin) adaletsiz ve haksız yönetimine karşı çıkarak halifeliğine biat etmeyen, Muaviye ile Hasan arasında yapılmış olan anlaşma gereği halifeliğin kendinde olduğunu savunarak, kendisini Halife olarak görmek isteyen Kufe halkının çağrısı üzerine yakınları ve ailesi ile yola çıkan Hüseyin, Kerbela'da kuşatılmış, günlerce susuz bırakılmış ancak yine de Yezid'e biat etmeyip savaşarak can vermiştir.
Sıffin savaşı ve sonrasında Muaviye'nin Ali'ye karşı "hile" ile halifeliği/ iktidarı ele geçirmesi ve sonrasında da Osman döneminde azalan "fetihler" sonucu oluşan ekonomik krizler, artan adaletsizlikler, kayırmalar ve haksızlıklar ile toplumun bir çok kesiminden hoşnutsuzluk sesleri yükselmiş, ardından bu sürece Kerbela da eklemlenince, bu sürecin birbirleriyle mücadele eden iki kadim tarafı Muaviye – Yezid ve Ali – Hüseyin olarak da adlandırılagelmiştir.
Muaviye – Yezid (Ümmeyeoğulları) tarafına karşı mücadele veren Ali – Hüseyin tarafının (Haşimoğulları) özellikle bu süreçlerdeki görece sosyal adaletçi tutumları, onların sınıfsal karakterleri bakımından değil mücadelenin seyri, alttakilerin İslam'ın henüz başlangıç dönemindeki kimi toplumcu söylemleri etrafında şekillenen beklentileri, yönetimden hoşnutsuz orta kesim tüccarlarla ittifakları, önderlerin olumlu kişisel özellikleri üzerinden ele alınmalıdır; özcesi esas üzerinden değil usul yönünden bir konudur bu.
Süreci ve onun ürünü olan Kerbela Olayı'nı, dinin yanlış uygulamaları sonucu ortaya çıkan toplumsal bozukluk ve düzensizliklerin sonucu olarak görmek ya da dine uygun bir toplumsal düzende, "fetihler" yolu ile zorla el konularak oluşan servetin adaletle dağıtılabileceğine dair "din" eksenli değerlendirmelerde bulunmak kuşkusuz bilimsel olamayacaktır.
Ali -Hüseyin tarafının; tarihsel olarak göreli sosyal adaletçi tutumları iki başlık altında değerlendirilmelidir. Birincisi, Ali-Hüseyin tarafının sosyal adaletçiliğinin İslam'ın "elverdiği" sınırlar içerisinde olması koşuludur. Bu da sosyal adaletçilik konusunda İslam'ın sınırlarının ne olduğu gibi bir tartışma konusunu işaret eder.
İkincisi de, Ali – Hüseyin tarafı ile zaman zaman birleşik mücadele veren, sosyal adaletçi tutumları Haşimoğullarına göre de daha ilerde olan ve İslam dairesi dışında da kimi yorumlara sahip bulunan Hariciler ve Sebeiler gibi örgütlenmelerin pratik ve söylemlerinin mücadelenin içeriğine katkılarıdır.
Ali -Hüseyin ve Muaviye – Yezid arasındaki mücadele süreci, öncelikle halifelik merkezinde olup, Ali -Hüseyin'in göreli sosyal adaletçi tutumları yanında kimi kesimlerin bu mücadeleye kendi talepleri üzerinden destekleri ve bu desteğin mücadeleye kazandırdığı içeriği de göz önüne alınmalıdır.
Bu cephe, çıkarların çeliştiği süreçlerde parçalanmış ve kendi aralarında
kıyımlara varan mücadelelere girişmişlerdir. Özellikle Hariciler ve Ali arasındaki savaş ve kıyımlar bu sürecin önemli örneklerindendir.
Kufe'deki orta sınıf tüccar kesiminin, keza kimi aristokrasi kesiminin Yezid döneminde daralan gelir ve ekonomik faaliyetlerinin de belirleyici etkisi altında, Hüseyin'e biatları ve davetleri sonra da Yezid'in baskı ve vaatleri sonucu ihanetleri, aynı sınıfsal kategori içindeki kesimler arasındaki çıkar mücadelesinin hilafet mücadelesine yansımasını göstermesi bakımından önemli bir örnektir.
Halifeliğin Hasan tarafından Yezid'e bırakılması üzerine aralarında yaptıkları anlaşma maddelerine bakıldığında da mücadelenin baskın karakterine dair taraflar görülebilir.(http://en.wikipedia.org/wiki/Hasan– Muawiya_treaty)
Diğer yandan, ekonomik faaliyetini kutsal bir vazife ile gaza, cizye, ganimet ve kölelik üzerine kuran, diğer halkların üretim ve doğal kaynaklarına el koyan bir iktidara karşı mücadele eden ve hilafetin kendi hakkı olduğunu iddia eden kesimlerin hilafeti ele geçirdiklerinde bu ekonomik etkinlikten dinsel inançları gereği vazgeçmeyecekleri son derece açıktır. Dolayısıyla başka inançlara yaşam hakkı tanımayan, canlarını ya din değiştirme ya da cizye / vergi ile "bağışlayan", halkların ekonomik ve doğal kaynaklarına orduları ile el koyan bir anlayışın kendi halkına yönelik sosyal adaletçiliği en fazla Şeriatın izin vereceği sınırlar içinde olacaktır.

KERBELA-2Efsaneleşen Kerbela
Ali ve Hüseyin'in hilafet mücadelesi süreci içerisinde, Yezid'in baskıcı ve adaletsiz yönetimi karşısındaki başkaldırılar, Anadolu halklarının özellikle Alevilerin maruz kaldıkları baskı ve kıyım günlerinde yankı bularak büyümüş, "Alevilerin Ali'sinin oğlu Hüseyin'in" mücadelesi üzerinde "efsaneleşip"; adaletsizlik, haksızlık ve sömürüye karşı mücadelelerin örnek bir olayı olarak halkların belleğinde yer almıştır.
Kerbela Olayı, ezen ezilen mücadelelerinde ezilenden yana toplumsal bir şablon, toplumsal bir metafor özelliği kazanırken, diğer yandan doğal olarak tarihsel köklerinden bağını koparmamış ve bu bağ içinde Yezid-Muaviye tarafı baskıcı, ezen, sömürücü tarafın yani kötünün, Ali- Hüseyin tarafı ezilenin, mücadelenin, bedel ödeyenin, canı pahasına hak için mücadelenin, yani iyinin sembolü olmuşlardır.
Bir tarafta iktidarlarını ve ekonomik çıkarlarını korumak adına her türlü insanlık dışı davranıştan çekinmeyen Yezid, diğer tarafta da bu egemenliğe karşı canını ortaya koyarak savaşan Hüseyin üzerinden haklı haksız, iyi kötü gibi sembollerle yüklü Kerbela,
Anadolu'nun baskı ve kıyım günlerinden beslenip serpilip günümüze kadar gelmiştir.
Tarihsel Ali ile içerik anlamında farklı olan Aleviliğin Ali'sinin oğlu Hüseyin'e bu bağlam içinde yüklenilen anlam, tarihsel Hüseyin'i de aşan, onu daha çok sembolik olarak yücelten bir anlamdır. Şii inancındaki hilafet hakkı ve Ehli Beytin uğradıkları haksızlıklar içindeki bir Hüseyin'den öte, daha çok Alevilerin uğradıkları baskı ve kıyımlar sürecinde yeniden üretilen (15.yy'dan itibaren) Kerbela'da hak ve adalet mücadelesi veren Hüseyin sahiplenilmiştir.
Kerbela Olayı; Anadolu Alevi inanışında, Aleviliğin eşitlikçi, paylaşımcı içeriğinin izinde, Tarihsel Ali'den ayrımla Ali ve Hüseyin'in haksızlığa karşı duruşlarını ve sürecin ezen ezilen mücadelesini merkeze alırken, Sünni ve Şii kesimler için Anadolu Aleviliği İslam dairesi dışında görülmektedir.

Oyun Metni Üzerine
Ali Berktay tarafından yazılan oyun Doğu tiyatrosunun önemli örneklerinden Ta'ziye gösterilerinin metin ve sahneleme özelliklerini taşıyor. Tablolardan oluşan oyunda, tablolar arası geçişler korobaşı ve koro tarafından sağlanıyor. Çizgisel bir hat üzerinde değil, Kerbela eksenindeki dönemin kimi olayları ve kişileri üzerinde ilerleyen oyun, kültürel, tarihsel, siyasal, dinsel bir çok olgunun kavşağında bulunan Kerbela olayını, Anadolu Aleviliğinin renklerine yakın durarak ele almaya çalışıyor. Alevi inanışının
kimi kişi, düşünüş ve sembollerine ekonomik, yalın ve yumuşak bir üslupta yer vermiş Ali Berktay.
Metin; şiirsel gücü, diyaloglardaki mükemmel akış ve matematiği ile dikkat çekiyor. Turna, ağaç, ayna gibi kavramlar metaforik anlamları ile metne güç verirken aynı zamanda bu coğrafyanın kültürel renklerini katıyorlar oyuna. Örneğin, "Kökleri sağlam ama dalları kurumuş ağaç" metaforu bir çok sahne arasında köprü oluştururken, ağaç haksızlığa karşı mücadelenin bir simgesine dönüşüyor.
Tarihsel Kerbela ile Alevilerin Kerbela'sı arasındaki, Alevilerin inanç dünyalarından kaynaklı algı ve yorum farklılıklarına mesafeli durmadan ancak bu farklılıkları oyunun merkezine de almayarak özenli hat üzerinde ilerliyor oyun.
Ancak bazı sahnelerde, Hüseyin'in can sakınmayan mücadelesinin itiraz edilemeyen haklılığının arka planında ve Yezid'e karşı sürdürdüğü mücadelenin düşünsel düzleminde "İslam'ın doğru uygulanma meselesi " beliriveriyor. İslam'ı saltanatları adına kullananlara karşı gerçek İslam'ın kurulmasına dair hilafet mücadelesi, adaletsizliğe haksızlığa karşı mücadelenin prestijli alanında sahne çalabiliyor.
Korobaşı ve koronun kullanımı tablolar arasında önemli bir kan dolaşımını sağlıyor. Böylelikle bazı tabloların ayrık durmasını engelliyor; fakat buna karşın kimi tablolar (Örneğin: Ali'nin öldürülüşünün anlatılmaya çalışıldığı tablo gibi) oyunun genel dokusundan ayrı
kalıyorlar. Ön oyundan sonra gelen Ali'nin öldürülüşünün anlatıldığı bu sahnenin yazımında, Ali'nin neden öldürüldüğüne dair bir rivayetin kaynak alınmaması daha isabetli olabilirdi. Çünkü bu sahne, Mülcem'in, Kaddeme'nin aşkını kazanmak için onun babasını ve yakınlarını öldüren Ali'yi öldürdüğü şeklinde algılanma tehlikesine açık duruyor. Oysa Hariciler tarafından politik nedenlerle öldürülmüştür Ali. Mülcem'in "Davam ve inançlarım için" dediği sadece bir cümle "Hangi dava, hangi inanç?"
sorusunu da yanıtsız bırakıp, Ali'nin kişisel bir nedenden dolayı öldürüldüğünün sanılmasını engelleyemiyor. Ali gibi, o dönem olaylarında oldukça önemli bir yere sahip birinin yine o dönemin önemli muhalif kesimlerinden Hariciler tarafından öldürülmek istenmesi gibi son derece önemli bir olay, Mülcem'in Kaddeme'ye duyduğu aşkın gölgesinde kalıyor. Dolayısıyla böyle bir anlatım Kerbela'yı hazırlayan başat koşullara değinmeyi eksik bırakırken, Ali ve oğullarının dinsel bir duygusallığa dayalı olarak yüceltildiği bazı sahnelerle beraber Kerbela'nın nesnel değerlendirme olanaklarını daraltıyor.
Yine örneğin, davulların iyice güçlenen ritmi eşliğinde Tacnüma'da yüzü siyah peçeyle örtülü, siyahlar giyinmiş "yabancı" beliriyor bir tabloda.
Ali'nin vasiyetinde çocuklarına söylediği "Cenazemi bir yabancı alacak, cenazemi ona verin" rivayetinin (cenazesine muhalifleri tarafından zarar verilmemesi için gizlice bilinmeyen bir yere gömülmesinin ardından üretilmiştir) canlandırıldığı, Ali'nin cenazesini almaya gelen "Yabancı" sahnesinin "öte dünyalığı" Ali ve ailesine dair önemi tanrısal bir takdire taşırken bu "kutsallığın" hilafet hakkı meselesindeki alanı genişliyor.
Diğer yandan; Hüseyin'in Yezid'in saltanatına karşı keza Hasan'ın da kendine biat istediğinde söyledikleri, dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir zamanda haksız yönetimlere karşı mücadele edenlerin sesi niteliğinde olup, şiirselliğindeki enerji ile oyun metnine güçlü bir canlılık sağlıyor.
Oyun kahramanının bireysel duygu ve düşünce dünyası üzerinde yükselen bu mücadele ülküsü, kutsallık vurgusundan uzaklaştığı ölçüde Kerbela'yı evrenselleştirirken, kutsallık zemini üzerinde kaldığında ise dinsel bir tartışma ve duygusallığın alanında sıkışabiliyor.
Oyun metni kimi tarihsel detay bilgilerin izleyici tarafından bilindiği/ bileneceği düşüncesiyle yazılmış olmalı ki örneğin Hasan'ın karısı tarafından Muaviye'nin yönlendirmesi ile zehirlendiği "Ve zehirletti bir gün/Muaviye Hasan Müçteba'yı/Mervan elinden Cude elinden" şeklinde anlatılıyor. Oysa oyunda, Mervan ve Cude'nin kim olduğuna dair bir bilgi bulunmadığı gibi karısının Hasan'ı neden zehirlediği de anlaşılamıyor.

Sahnedeki Kerbela
Hemen söyleyelim, Kerbela sahnede etkileyici bir görsellik ile kayıp gidiyor. Bir sonraki sahnede nasıl bir görsellik ile karşılaşacağınızı tahmin etmeniz mümkün değil. Metin üzerine damlayan yönetmenin sihirli teri onu sahnede başka bir şeye dönüştürüyor. Tek tek, dekorda, kostümde, ışıkta, müzikteki başarılardan söz edilebilir; ancak söz edilmesi gereken şey bunların bir araya gelişlerinde ortaya çıkan "sihirdir."
Ta'ziye'nin zenginliklerinden, onun Yunan Tregedya'larla olan bağından da yararlanarak sahne üzerinde ustaca çizilmiş tablolar, usta bir ressamın paletindeki kostüm, müzik, ışık ve dekora dokunan büyülü bir fırça ile var oluyor; hemen orada izleyicinin gözü önünde. Oyunu izlerken "canlı bir resim galerisi"nde hissedebilirsiniz kendinizi. Zaten oyun fotoğraflarına bakıldığında sahnedeki resim galerisi hissedilebiliyor.
Ta'ziye'nin metinlerinde, Fuzuli'nin Hadîkat üs-Süedâ'sında, Cem'lerde uzun yolculuklara çıkan yönetmen, Ayşe Emel Mesci, Ta'ziye'den ve Antik Yunan Tregedya'larından renkleri ustaca çekip alıyor ve onlara yaratıcılığını katıyor. Seku ve Tacnüma üzerindeki kumaşlar çöl olabiliyor örneğin, ya da sadece bir şamdan bir evi resmediyor. Dekorun olmadığı bir oyunda yönetmenin sahne ortasına bıraktığı sihirli boyaları ile izleyici dekoru çiziveriyor boş sahneye.
Sevgili Metin And, yıldızlar üzerinde, elinde fotoğraf makinası ile İran'ın bir köyündeki Taziye'yi izlerken ki heyecanla izliyor olmalı oyunu; "Ritüelden Drama" adlı kitabının tahtına kurularak.
Doğu/ Taziye tiyatrolarındaki kimi oyunculuk, dekor ve müzik kullanımının oyuna yansıması, bu tarzı izlemeyen, bilmeyen, alışık olmayan izleyiciye belki de kültürel dokumuza akrabalığı bakımından yabancı gelmiyor. Taziye gösterilerinin göstermeci ve açık tiyatro biçimi, iç – dış orkestra kullanımı, müziğin metnin alt anlamına verdiği katkı, özellikle ve özellikle korobaşı – koronun tablolar arasındaki ilişkiyi bilgi vererek ve taraf tutarak aktarmadaki dinamiği Brecht'in kimi mesel oyunlarını hatırlatırken, doğu tiyatrosunun epik tiyatro ile olan benzerlikleri görülüyor sahne üzerinde.
Bu görsel şölene metnin şiirsel enerjisi de destek verirken bazı sahnelerde oluşan "büyü" altında Hüseyin'e ve onun mücadelesine olan bağ, duygu
düzleminde katlanarak arttırıyor; ancak bu "bağ" bazı sahnelerde soğukkanlı bir seyrin olanaklarını da daraltabiliyor. Örneğin, Ali'nin cenazesinin "yabancı" tarafından alındığı tabloda yaratılan görselliğin büyülü atmosferi keyifli olduğu kadar oyuna düşünsel – duygusal düzlemde etkisi bakımından tartışmalı kalıyor.
Alevi deyişlerini ve semahları dikkatli bir ölçü ve etkide kullanan yönetmen sahnelemedeki olağanüstü özeni ile Kerbela'yı pamuklara sararak sahneye bırakıyor; ardından; İzleyicilerin, özellikle Ali'lerini, Hüseyin'lerini izleyen Alevilerin duygu birikimi uzun selam sahnesinde dakikalarca alkışa dönüşüyor.

İşin "Aslı"
Ve Korobaşı, Aslı Öngören. O da sahne üzerindeki büyücü.
Metnin her harfini olağanüstü akıl dolu bir oyunculukla yorumluyor. "Role nasıl mesafe konulur, karşıtlık ve taraflılık bir oyuncunun yüzü ve bedeninde nasıl hayat bulur, bir
oyuncunun sesi sahnedeki debiyi nasıl arttırır, dahası onu hayranlık verici bir şelaleye nasıl dönüştürür, oyuncunun rolüne dair dramaturjisi nasıl olmalıdır, sahnede atılan her küçük adımın bile oyuna katkısı nasıl olur"un dersini veriyor Aslı Öngören.



İki Popovksi ve bir buçuk Shakespeare


Bir kaçıştır ki, insanlık tarihi boyu sürüyor!.. Shakespeare'in dört yüz yıl önce kaleme aldığı masalımsı oyunda Hermia ve Lysander'in bir yaz gecesi birlikte olabilmek için ormana kaçışları; İkinci Dünya Savaşı batağından daha yeni kurtulmuşken Cezayir tuzağına düşmüş Fransız halkının ayrıksı ozanı Vian'ın resmettiği ailenin, ne olduğunu bilemedikleri bir kâbustan evin üst katlarına kaçışları – ve günümüz Edinburgh kentinde, gene bir yaz gecesinde barda karşılaşan Helena ve Bob'un yaşamın sıkıntılarından sıyrılmak için kentin "gece hayatına" kaçışları...
Makedon yönetmen Aleksandar Poposvki'nin imzasını taşıyan "Bir Yaz Gecesi Rüyası" (İBBŞT) ve "İmparatorluk Kuranlar Yahut Şümürz" (Hayal Perdesi) ile Serkan Salihoğlu'nun yönettiği "İki Kişilik Yaz" (Dot) oyunlarının tek ortak öğesi bu değildir sadece – bana kalırsa üçü de geride bıraktığımız tiyatro sezonunun kuşkusuz en iyi yapımlarıdır !
Türk tiyatroseverlerinin, birkaç yıl önce gene İBBŞT'nda yönetmiş olduğu "Tehlikeli İlişkiler" ile tanıştığı Popovski, bu kez de Shakespeare'i kendine has biçemde ele almış. Başarısını üç eksende alkışlamak isterim buradan – sahne ve ışık tasarımcısı Sven Jonke'nin elinden çıkma kırmızı şerit perdelerin desteğindeki mekân düzeyini; koreograf Handan Ergiydiren Doğan'ın katkısıyla kotardığı devinim düzenini; üçüncü olarak da, oyuncularına aşıladığı sürükleyici dramatik akışı... Neredeyse iki buçuk saati bulan bu masalsı oyunu (tüm düşselliğine rağmen) sıkılmadan izledikten sonra, tek bir konuda tereddüde düştük: Burada ağır basan, görsellik miydi – yoksa üç katmanda gelişen o görkemli oyunculuklar mı? Bu katmanları dıştan içe doğru sayacak olursak, en başta Arda Aydın (N.Bottom) ve Çağlar Yiğitoğulları (P.Quince) olmak üzere kasabanın tiyatrocuları; kimin daha başarılı olduğunu gerçekten kestiremediğim gençler Nurdan Kalınağa, Canan Kübra Birinci, Gürol Güngör ve Özgün Akaçça'nın oluşturduğu (Hermia / Helena / Egeus / Lysander) çiftler ile Hippolyta/Titania Selin İşçan ve Theseus/Oberon Levent Üzümcü ile Puck Şevket Avşar – tümü, Popovski gibi bir ustaya layık bir ekip oluşturuyor; diğer yadımcı rollerdeki ve özellikle "periler" olarak görselliği taçlandıran oyuncu/dansçıları da unutmadan...
"Görsellik" demişken – İBBŞT Yönetimi sağolsun, bizi ilk sıraya oturttuğundan, olayların kasabadan ormana geçişinde derinliğe dönüşümü sağlayan perdedeki değişim sürecini, keza oyunun ana bölümünde perilerin şerit perdeler üzerindeki akrobatik devinimlerini uygun açıdan izleyemedik... Ona karşılık, özellikle genç çiflerin sahne kenarına oturmaları sayesinde onları "dirsek temasında" (bu tanımı, genellikle küçük oda tiyatrolarında kullanırım) izleyebilmemiz ile, en önde oturma "ayıbı" bir ayrıcalığa dönüştü! Öte yandan, konusunu antik dönemden almış, Ortaçağ'da yazılmış olan oyunlardaki giysilerin günümüz modasını aksettirmesini bir türlü benimseyemiyorum – kostüm tasarımında olduğu gibi, pek de öne çıkmayan müzikte imzası bulunan Popovski'nin kendi ekibi yerine, koreografide de olduğu gibi, kendilerini kanıtlamış kendi sanatçılarımız kullanılamaz mıydı? Öte yandan, salt o tek renkli ama çok yönlü, gene de minimalist sahne tasarımı (aynı ekibin "İlişkiler"deki o nefes kesici aynalarını anımsıyor musunuz?!) için bile olsa, bu oyuna "banko" diyebiliyorum – ve son olarak şunu ilave etmek isterim ki, İBBŞT'nun sezon içindeki bütün ayıpları/başarısızlıkları bu tek oyun ile unutuldu gitti benim için!...
Bilmem, Dot'da bundan iki sezon önce sergilenen "Sarı Ay" oyununu beğenmiş miydiniz? Olağanüstü bir sahne devinimi sergileyen bu yapım, benim için konu/ileti yetersizliğinden sınıfta kalmıştı! Ne var ki, aynı yazarın (İskoçyalı David Greig) kaleminden gelme "İki Kişilik Yaz", bu kez devinim ile metni aynı (üst!) düzeyde tutuyor – ve "yazınsal" tiyatro severlerin yüreğine daha çok su serpiyor kanımca... Oyunun konusu, "yaş otuz beş, yolun yarısı" örneği, bu kritik dönemece gelmiş Helena ve Bob'un –biri flörtü tarafından ekilmiş, diğeri ise yalnızlığı ile nasıl baş edeceğini bilemiyor– bir yaz akşamı Edinburgh'un bir barında tanışıp içkiyi de birazcık fazla kaçırdıktan sonra, geceyi birlikte geçirmekten başka bir "çare" bulmamaları (!) ve bir sonraki akşam –tesadüf odur ya– yeniden karşılaştıklarında, Bob'un karanlık bir işten eline geçirdiği 15.000 Pound'u kentin çeşitli gece kulüplerinden başlayıp sokaklarda biten bol içkili bir gece boyunca, har vurup harman savurmalarıyla sınırlıdır...
Bu kadar mı? Aslında öyle gibi – ancak sadece "o kadar" da değil! Yalnızlıklarını, içlerinde taşıdıkları sıkıntıları, umutsuzlukları ve korkularını bize dönüşümlü olarak anlatan gençlik döneminin sınırına gelmiş olan bu iki metropol insanı, bunlardan kaçıp kurtulmak için giriştikleri çabaları da bizimle paylaşıyorlar – sözel ve görsel olarak... Genç yaşına rağmen Dot'un artık gediklisi sayılan Serkan Salihoğlu'nun kusursuz yönetiminde Gizem Erdem ve Tuğrul Tülek'in inanılmaz sahne performansları sözel aktarımları ile ele ele giderken, bu capcanlı "play with songs" ("şarkılı oyun") bizi alıp götürüyor. Bu başarının kimyasında da üç etmen görebiliyoruz – ilki, Greig'in nice önemli toplumsal sorunları son derece keyifli bir anlatımla irdelemesidir; diğeri tabii ki oyuncuların baş döndürücü bir devingenlik ile başlarından geçmiş olanları –üstelik zaman sıralamasını da alt-üst ederek– anlatmaları; sonuncusu da, Özgehan Özturan'ın gerek kendisinin, gerekse Gizem/Tuğrul çiftinin gitarda tıklatıp söyledikleri şarkılarının oyuna renk ve ritm katması... Kısacası – yazarının Shakespeare'e göndermeler yaparak "Midsummer" başlığını da koyduğu, bir yaz gecesi boyunca kentin "ormanlarına" dalıp, çılgın bir rüya yaşamış olan bu çiftin bir çeşit 21. yüzyıl aşk öyküsü, Dot'un alışılagelmiş sorunsal ve "suratımıza tokat"lar savuran oyunlarına hiç benzemeyen, son derece keyifli bir seyirlik olarak, tüm etmenleriyle sezonun en başarılı oyunlarındandır.
Benim için sezonun diğer başa güreşen, belki de –iletileri ve çarpıcı sahnelenmesi açısından– en önemli yapımı, Fransız uyumsuz (absürd) tiyatro türüne göz kırpan Boris Vian'ın 1959'da kaleme aldığı ve bugün dahi taptaze duran "İmparatorluk Kuranlar Yahut Şümürz"dür.
Küçücük bir apartman dairesi. İki odaya sığışmış kişiler, Molière'vari bir beşliyi (telaşlı anne / kucaklayıcı baba / asi kızları / aksi hizmetçileri / şapşal komşuları) andırsa da, Beckett'in sürekli olarak irdelediği çaresizliğiyle Camus'nün "Sisifos"la savunduğu dayatmacılığını çağrıştırıyor aslında... Özellikle çekirdek aile fertlerinin, karşı koyulması güç dış etkenler ile baş etmekte zorlandıklarını görüyoruz – artık bunlar savaş mıdır, çevre sorunları mı, stres midir, geçim sıkıntısı mı, belli değil... Kaçtıkları, belki "zaman" veya "yaşam"ın ta kendisidir – ancak kurtuluşu aradıkları yere bir türlü ulaşamıyorlar! Kaçışlarını tetikleyen ise gizemli bir sestir hep, ansızın yükselen bir çığlık gibi... Bu sesi her duyduklarında, paniğe kapılmış gibi yaşadıkları çok katlı binanın alt katlarından, gittikçe küçülen ve odaları azalan üst dairelere taşınıyor bu aile, o bilinmeyen dış etkenlerden kaçarak. Geride bıraktıklarını anımsayan, ona özlem duyan bir tek kızları Zénobie'dir; anne/baba bu eski günleri ya unutmuş veya unutmuş olmak istiyor!.. – Ha, bir de "şümürz" var hep yanlarında. Almanca "Schmerz" (ağrı) sözcüğünden türetilmişe benzeyen, oyunun özgün başlığında "schmürz" olarak anılan bir yaratıktır o – sargı bezleri ile sarmalanmış, kirli beyaz elbiseli, yerde yatan bir kadın... Anne, baba ve hizmetçi tarafından kaş-göz arası pataklanan, babanın sık sık içtiği çeşitli sıvıları arada bir üstüne tükürdüğü, tekmelediği, saçlarını çektiği – ancak karşılığında hiç ses çıkarmayan, aileyi her gittiği yerde izleyen, orada da bir köşeye kıvrılan gizemli, "insan-vari" bir şey... Kimdir/nedir (tiyatro tarihinde çoğunlukla bir erkek tarafından canlandırılan) bu yaratık? İnsanlığın "kara geçmişi" mi acaba; yaşam boyu yaptığı ve geride bırakmak istediği kötülüklerin yumağı, özetle peşimizi bırakmayan kötü vicdanımız mı? Yoksa sürekli olarak yüklendiğimiz, aslen tertemiz/bembeyaz olup gittikçe kirlenen bir çeşit "günah keçisi" mi sadece?
Hayal Perdesi tiyatro topluluğunun kurucusu Selin İşcan'ın önerisi üzerine bu iddialı oyunun rejisini üstlenmiş olan Aleksandar Popovski'nin aynı sezon içinde bize "bahşettiği" ikinci oyundur bu! Üstad bu kez küçük bir tiyatroyu yeğlemiş ve 50 kişilik salonun ortasındaki sahnede gelişen oyun, ne mutlu bize ki, böylece "tam damardan" izlenebiliyor! Keza, gittikçe daralan odaların duvarlarını, bu beş insanın da yaşam hudutlarını simgeleyen seloteyplerin (ne dahiyane bir fikir!..) her yeni sahne için yeniden çekilmesi, oyuna nefes kesici bir dinamizm katıyor. Beş kişinin sahneyi her defasında bu şekilde kurmalarının ardından gelişen olayların merkezinde olan, son bölümde ise şümürz ile tek başına kalan baba, gür sesi ve hâkim (gibi görünen?) devinimleriyle hiç kuşkusuz oyunu götüren kişiliktir. Devlet Tiyatroları'nın deneyimli oyuncusu Reha Özcan, bu başarılı canlandırmasıyla da kendinden çok söz ettirecek. Oyunun diğer kişileri konu gereği daha soluk kalıyorsa da, Ayşe Lebriz Berkem özellikle dans sahnesinde öne çıkıyor, Zénobie'nin babaya karşı gelmesiyle de Tuba Karabey... Şümürz'e gelince, eylemsizliğine rağmen hiç de kolay olmayan bu rolün hakkını (belki de ilk kez bir kadın olarak) Selin İşcan veriyor vermesine; ne var ki, Popovski'nin yorumunda bu yaratık ürkütücü olmaktan çok, acınacak gibi duruyor – ancak belki bu da "şümürz"ün kim olduğuna dair bilmecenin bir ipucu mudur..?
Başta Devlet ve Şehir Tiyatroları'nın niceliği bol, niteliği az oyunlarıyla, ancak özel kumpanyalardan da olağanüstü bir yapım izleyemediğimiz, pek cılız kalmış bu sezonda, seçki, yönetim, sahne tasarımları ve özellikle bazı çok başarılı oyunculuklarıyla öne çıkmış olan bu üç yapımı görmüş olmak, tiyatro severler için bir ayrıcalıktı kuşkusuz...
"Tiyatro... Tiyatro..." Dergisi, Mayıs 2015
Robert Schild

0 yorum