28 Mayıs 2015 Perşembe

“Medyada bariz bir şiir korkusu hüküm sürüyor”

*Öyle Bir Geçer Zaman ki” dizisinin bir çeşit halk kahramanına dönüşen kahramanı Hikmet Karcı ya da daha sık kullanılan adıyla Balıkçı’yı canlandıran Orhan Alkaya, Türk edebiyatının en önemli şairlerinden biri.

Alkaya ile yeni kitabı Altı’dan yola çıkarak bir söyleşi yaptık. Bize başkaldırıyı, aşkı, büyümeyi ve en çok da şiiri anlattı…

Sonlara doğru ona şiirle şöhreti ruhunda nasıl aynı anda yaşattığını sordum. Ona bir nevi “Tarkan” muamelesi ettikleri şu günlerde, o kendine ara veriyor mu ara sıra ve kaçmayı, uzaklaşmayı özlüyor mu mesela? Dedi ki, “O arzu beni hiç terk etmez. Ama ironik bir biçimde Kavafis’in şiirini ve bu şehrin hep arkamdan geleceğini de biliyorum.”

“Aşkı yakaladığınız zaman talihli bir zamandır, onu başka uğraşlarla bölmeyin”

Orhan Alkaya. Şair. Yönetmen. Onun bir zamanlar, 1970’lerin ortalarında oyunculukla meşgul olduğunu “Öyle Bir Geçer Zaman ki” dizisini izleyene kadar bilmiyordum. “Oyunculuk ilk profesyonel mesleğimdi” diye anlatıyor, “Bir süre sonra kolektif işleri terk edip tek başıma yapabileceğim başka işlere yöneldim. Şairliğe, yönetmenliğe, yazarlığa…”

“Yeniden kolektif bir işin tam ortasına dalmaktan korkmadınız mı?” diye soruyorum. İlk olan tecrübelerin asla unutulmayacağına dair o bildik inanışımızı doğrulayan müthiş bir şey söylüyor: “İlk bisiklet, ilk yüzme, ilk aşk, ilk okuma doğru zamanda hayatınıza girmişse, hiçbir zaman bütünüyle çıkmaz sizden. Dolayısıyla ben de “gözümün korkusuyla” bir şekilde baş edebildim.”

Baş etmek ne kelime! Orhan Alkaya, “Öyle Bir Geçer Zaman Ki” dizisinde sadece gözünün korkusuyla baş edip ilk mesleğine dönmekle kalmadı, aşktan korkmayan, kaçmayan, ilişkilerinde öfkeye değil şefkate teslim olmayı tercih eden Balıkçı Hikmet rolüyle bir halk kahramanına dönüştü.

“Bir vakitler ‘Aşk da bitti’ diye yazmıştınız bir şiirinizde, oysa şimdi bir televizyon dizisi çerçevesinde bu ülkenin insanlarına aşkın hâlâ, her şeye rağmen mümkün olduğunu hatırlatıyorsunuz” diyorum.

İşte cevabı: “‘Biten Nedir’ şiiri, ‘Aşk da bitti’ mısraıyla sonlanır. Hayatımda  aşkın bir boyutunun kapandığını hissettiğim bir zamanda yazılmıştı. Çok sonra anladım bunu. Biz, erkek olarak tarif edilenler yani, ilkin kendi âşık olma halimize, bir âşık olarak duygularımızın mucizevi yüksekliğine âşık oluyoruz. Fevkalâde ham bir âşık olma halidir bu ve çoğumuz bu hamlığın ayırdına bie varamadan ölüp gidiyoruz. Bu halin içerisinde, karşımızdaki sadece bizim aşkımızı kodlayan bir özne. Duygu’yu özleyerek söylemek gerekirse ‘adı yok’ bir özne. Kendi aşkına âşık bir ‘erkek’ için onu gösteren bir ayna sadece. Bu, toplumsal rol dağılımında öğretilmiş bir ezberin tezahürü aynı zamanda. Ben de hamdım, sonra piştim. Bir başka sevmeyi sevmek neymiş, onu anladım. Kendi egomun hapishanesinden duvarları yıkarak çıkmayı başarabildim. Kendimi hep mutlu sayarım bu yüzden. Âşık olan iki kişi olmayı, aşkın bu iki kişiden doğan yepyeni öznesini taşımayı becerebildim. Bir de ‘yanmak’ var, öznelerin içinde eridiği o hal ki en ham zamanda bile ânlara sıkışarak yaşanabilecek bir durum galiba. Tarif edebileceğim kadar basit olmayan bu en üst evre için ânları iyi tasarruf etmekten başka bilebildiğim yol yok.”

“Her serüven kendi hikâyesini yazıyor işte”

“Şu hayatta tek bir şansınız olacaksa, bunu aşka ayırmanızı tavsiye ediyorum” demişsiniz. Aşk bizim için niçin bu kadar önemlidir? Hayatın sert hakikatlerini katlanır kıldığı için mi?

Aşık olma hali bize ezberlerimizden sıyrılabilmek için çok büyük bir imkân sahası sunuyor. Kendi egomuzun içinde hapsolmak zorunda olmadığımızı duyumsatıyor ve bu hâl hiçbir zaman aynı dorukta kalmıyor. Ben, bu yüksek duygularla hemhâl olmuşken derin dalışlar yapmanın tehlikelerine ve lüzumsuzluğuna dikkat çekmeye çalışıyorum. Genç edebiyatçı arkadaşlarıma da yıllardır bundan bahsederim. İlki, hiçbir zaman kelimelerle o yüksekliği bir arada buluşturamazsınız. Araya espas koymadan duyguları ifade edecek kelimeleri bulmanız mümkün değildir. İkincisi ise, aşk kadar yüksek bir duygu hâlini yakaladığınız talihli bir zamanı başka uğraşlarla bölüp parçalamamanızı öneririm.

10 yıldır yazdığınız şiirlerinizden oluşan yeni kitabınızın adı “Altı”. Niçin?

Bir kitabın ismi, hiçbir zaman sadece bir kitap ismi değildir. Bu da öyle… Mesela ismi “Altı” olsa da kitabım yedi bölümden oluşuyor. Son bölüm “Sıfır”. Yani “altı”dan “sıfır”a gidiyoruz… Kurcalandığında, başka eğlenceli buluntular da ortaya çıkabilir elbette.

Uzun süredir bir şiir kitabı yayınlamıyordunuz. Edebiyata karşı bir küskünlük mü söz konusuydu yoksa vakitsizlik mi?

“Tuz Günleri” yayımlandıktan sonraki bir dönem, kitap yayımlamayı lüzumsuz addettim. Nasılsa bir tek kitabın parçalarını yazıyorum, arkamdan bütünlerler diye düşündüm. Hatta vasiyetime, ardımdan yazdıklarımı kitap yapma işi için vasi bile tayin etmiştim. Bu ruh iklimi dağılırken, ülke gündeminin harareti araya girdi, evim olan İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda yöneticilik yaptığım dönem bütün zamanımı aldı… Ne yapmalı, her serüven kendi hikâyesini yazıyor işte.

“Edip Cansever, ‘İnsan şiiri çoğu zaman yazdıktan sonra anlıyor’ demişti”

Şiir neye dair bir sanattır; aradığı dil midir, anlam mı?

Şiir, dil ile ifade etmenin en kalıcı enstrümanıydı çok uzun süre. Sözlü kültür büyük ölçüde şiir dilinden hareket eder. Tiyatro sanatı şiir dilini kullanarak binlerce yılı aştı. Keza ritüelistik müziğin, dini müziğin, seküler müziğin başlıca çıkış noktası da şiir diliydi. Modernite ile birlikte bu çoklu işlev yer değiştirdi. Şiir bağımsızlaştı. Uzun dekonstrüksiyon süreçlerinden geçildi, dilin imkânlarıyla anlamı kazmanın, dil ile ulaşılan “riya iklimi”nden gene dil ile “hakikat”e geçmenin yolları arandı. Şiir bu serüvende de başroldeydi. Şiiri tarif etmek üzere pek çok söz söylendi, malûm. La Rochefoucauld “Şiir seçme ve gizleme sanatıdır,” dedi mesela; mühim bir tariftir. Benim için ise, kelimeler ve kelime öbekleriyle inşa edilmiş anlam hapishanelerinde yaşamaya itiraz etmenin, kaçış tünelleri kazmanın, ışığa ulaşmak için dilin karanlık dehlizlerinde dolaşmanın bilebildiğim en sıkı imkânıdır. Edip Cansever bir konuşmasında “İnsan şiiri çoğu zaman yazdıktan sonra anlıyor,” demişti. Bu da mühim; Bildiklerimizin aktarımı değil, sezdiklerimizin bilgiye dönüşme sürecinin disiplinidir şiir; elbette benim için.

Bir şair en çok neye sahip olmalıdır, ruhunda neyin eksikliği insanı iyi şiir yazmaktan alıkoyar?

Bunlar öngörülebilir şeyler değildir. Ben “iyilik”i çok önemserim ama fevkalade kötü kalpli mühim şairler de tanıdım. “Cesaret”i önemserim, hayat ürküntüsü taşıyan iyi şairler tanıdım. Örnekler geliştirilebilir. Sorunuzun ikinci kısmına gelince, merak duygusu gelişkin olmayan bir insandan iyi şair çıkması zordur. Okur yazarlığı gelişkin olmayan birisinden de uzun vadede kalıcı bir sonuç alınamaz. Yaşadığı zamandan, yani günden, dünden ve yarından hiza istikamet almayan bir şairin de olası başarısı tesadüfidir, genelleştirilemez. Tabii bir de ölüm korkusuna teslim olmamak, büyük zamanda varolmak içgüdüsünün kabul ve teslimiyet dışındaki seçeneği, en geniş haliyle sanatsal üretimdir.

İyilik ve kötülük benim de şiirinizde meşgul olduğunuzu düşündüğüm kavramlar…

İyi ile kötü, doğru ile yanlış… İki ayrı dünya yorumu içerisinde birbirini bütünleyen ikilikler, düaliteler. Ben iki tarafı da kabul ediyorum. Günümüzde ulaşılan teknolojik sürat, iletişimin çoklu kanallarda kirlenmesinden kaynaklanan süzgeçsizlik kirlenmesi, ölüm korkusunu sürekli diri tutan ilaç endüstrisinin tehditleri, savaşların seyirlik eğlenceye dönüşmesini sağlayan embedded iletişimcilik, silah endüstrisinin dehaları aracılığıyla sürekli yeni ivmeler kazanan toplu kıyım enstrümanları…. Belki bugün iyilik kötülük ikiliğini daha da önde tutuyor. Bu hayatın içerisinde, bu dünya yaşantısında “iyi insan” olabilme çabasını ben de çok önemli buluyorum.

“Biz ‘kundak’ zamanının bebekleriydik ama ben, kollarımı dışarı çıkartmayı hep beceriyormuşum”

Şairin ruhunda başkaldırı var mıdır? Mesela sizin ilk başkaldırınız neye, kime karşı olmuştu?

Rus şair Nikolay Nekrasov’un bir şiiri vardı: “Sazımı hiçbir zaman satmadım ama/ Amansız kader beni korkutunca/ Sazımdan falsolu bir ses çıkmadı da diyemem.” Bu ironi hoştur. İtiraz elbette şiirde temel motivasyon. Başkaldırı bu itirazdan ivme alır ve kendini ifade edecek alanlar arar. Başkaldırının terki ayrı konu ama olgunlaşması hiç de fena bir şey değildir. Benim ilk başkaldırım, diğer tüm canlılar gibi, sınırlarımı zorladığım çocukluk zamanımda başladı. Annemden dinlediğim o ilk hikâye esnasında birkaç aylıkmışım. Biz “kundak” zamanının bebekleriydik. İlginç bir şekilde, kundaklanır kundaklanmaz kollarımı dışarı çıkartmayı beceriyormuşum.

İlk itirazınız buymuş demek ki. Şimdi karşınıza çıkan nelere itiraz ediyorsunuz? Yaşlandıkça başkaldıran yanınız törpülendi mi?

Kamusal sahada yapıp ettiklerim ortada, buradaki tavrımı yorumlamak bana düşmemeli. Şu soruda bana yaşlandığımı söylemiş olmanıza bile “başkaldırıyorum” mesela!

Eh, haklısınız, soruyu bu şekilde sormam pek de nazikçe olmadı…

Çünkü yaş aldım ama “hiçbir zaman yaşlanmayacağını bilmenin kekre duygusu”na sahibim hâlâ. Törpü kullanmış olabilirim zaman zaman. Bazen, özellikle başka insanların hayatlarını yakından ilgilendiren sorumluluklar üstlendiğinizde, akıl törpüsü kullanmak zorunda kalırsınız. Bu da hayatın cilvesi sayılmak gerekir.

Çok sayıda kitap yayınlanıyor ve bazıları çok da satıyor. Yine de siz bu ülkede edebiyata hak ettiği değerin verildiğine inanıyor musunuz?

Oldum olası yeterli düzeyde kitap okuyan insanların ülkesi olmadı Türkiye. İletişim kanallarında ise iyi edebiyata ve münhasıran şiire karşı “fobik” bir durum var, özellikle son yirmi yılda. Geçenlerde, Cüneyt Özdemir iyi bir şair olan Birhan Keskin’I programına konuk etmek istediğini ama “prime time”da şiire yer olmadığını söyledi. Can Yücel ya da Ece Ayhan’dan sonra programında yer alan ilk şair olduğumu da ekledi. Cüneyt’in yürekli açıklaması, bir şeylerin değişmesi için başlangıç noktası olsa keşke. Çünkü, tamamen gerçek durumu ifade etti. Yayıncıların çoğunda, dağıtımcıların ve kitabevlerinin çok büyük bölümünde ise düpedüz “poemofobi” hüküm sürüyor. Bu resme baktığımızda, edebiyata hak ettiği değerin verilmesi için neler eksik, bulmaya başlayabiliriz. Edebiyatın yayılma kanallarını tıkarsanız, gitgide düzleşen, sıradanlaşan bir hayatın içerisinde, sorunuzu tarif edecek kelimeleri yan yana getirmek, bir dil kurmak dahi mümkün olmayabilir.

Sırtınızda beklentilerle dolu bir küfeyle özgürleşemezsiniz

‘Gözümde büyüyen bir hayata büyüdüm…’ Gözünüzde büyüttüğünüz şeyler nelerdi, hayatın ne çeşit ağırlıkları, yükleriydi ve “nihayet artık büyüdüm” dediğiniz zaman artık onları nasıl görmeye başladınız?

Bunlar hep size öğretilenlerdir. Ailede, okulda, mahallede, cemaatte hep korkularla kuşatılmış bir tembihler silsilesi sizi kuşatır. Hiçbir zaman dolu dolu yaşamanızı, meraklarınızın izini sürmenizi önermezler, hatta tam tersi, böyle yaşarsanız karşılaşacağınız felaketler umacı masalları halinde kulağınıza üflenir. Ben fevkalâde liberal bir ailede yetiştiğim için kısmen şanslı sayılabilirim ama bu durum genel gerçeği değiştirmiyor. Beklentilerle doldurulmuş bir küfeyi hep sırtınızda tutmanız gerektiğini hissederek özgürleşemezsiniz. Ben bu ağırlıkları küfemden atmaya başladığımda belki, metafor olarak “büyümeye” başladım.

Tagged
Different Themes
Written by Lovely

Aenean quis feugiat elit. Quisque ultricies sollicitudin ante ut venenatis. Nulla dapibus placerat faucibus. Aenean quis leo non neque ultrices scelerisque. Nullam nec vulputate velit. Etiam fermentum turpis at magna tristique interdum.

0 yorum