Hayal Diyarında Hayal Kırıklığı ve Oryantalist Fanteziler
Uzak diyarlara gitmek, kendisini en mükemmel olana, tasarlanana, yeni keşiflere götürecek yola çıkmak, yolda olmak en büyük hayali olageldi insanoğlunun. Seyahat, hayalin gerçek kılınması, elde edilmesi ve yeni keşifler kadar bir varış hazzı yaşanmasını da imkânlı kılıyordu ki bu haz, “orada olma” durumunun yarattığı tatmin ve zafer duygusu, seyahatin yerini turizmin almasını kolaylaştırdı. Keşfin, hatıranın, gizemin, sürprizin yerini böylece kültürlerin, halkların ve mekânların istila edilerek yağmalanması, nesneleştirilmesi, metalaştırılması aldı. İnsanları gezgin olmaktan çıkarıp turist kafilesine dönüştüren turizm, mekânları sıradanlaştırıp yerli olan her şeyi kimliksizleştirirken, el değmemiş alanlarda yeni ve yararlı nitelikler keşfetmek için tüm imkânlarını seferber ediyor artık.
Wittgenstein, “Artık yola çıktım, diyenler, yolun imgesini de kurmuşlardır. Ve gitmeyi becerebilirlerse eğer, bütün yollar ile menziller, bu imgeyle yaşanan çatışmalar içinde geçer. Yolcu bunu göze alabilendir” derken, gezgin ve turist ayrımını kurmaya yardımcı oluyor; hayalinin peşinden gitme lüksü olan, hayalini satın alabilen kişi turist, hayal kırıklığı yaşayacağını bile bile bir hayalin peşinden gidebilen kişiyse gezgindir, kendini tasarlanmış, hayal edilmiş o imgeye adayandır.
Sömürgecilik döneminde hayallerin gerçek kılınacağı topraklar güneydeydi. Thomas Mann, E. M. Forster ve Virginia Woolf’un da aralarında bulunduğu birçok yazar, kuzeyden güneye seyahat örüntüsünü alır ve onunla oynar. Kuzeyliler güneye güneş ve bereket arayışıyla iniyordu. Püriten İngiltere’nin ya da Almanya’nın ürpertici sanayileşmesinden kaçmak isteyenler, sıcak ve bereketli bağlara, parlak gökyüzüne, masmavi sulara çekiliyordu. Güney Fransa, İspanya, İtalya ve Yunanistan hep birlikte bu mistiğe katılmıştı. Günümüzdeyse “güney” genelde Asya, Afrika ve Güney Amerika’ya yani üçüncü dünya ülkelerine, tehlikeli, tekinsiz, baştan çıkarıcı, şehevi “doğuya” tekabül ediyor.
Doğu bereketlidir, hem hayalidir, hem işlevsel hem de hayal kırıklığına yol açacak kadar gerçektir. Doğuyu hem sistematik bir öğrenme, keşfetme ve uygulama, hem de arzu nesnesi olarak yaratan oryantalist ve sömürgeci istila, 19. yüzyıldan bu yana, hayallerini gerçek kılmak, arzusunu yatıştırmak için bu efsunlu, ışıklı, sürprizli, ilkel ve ürkütücü topraklara “kaçıyor”. Kendini kurucu ve hâkim özne olarak kurup doğuyu yaratan, tasarlayan, tanımlayan, aşağılayan, işgal eden ve sömüren Batı, biricik kültüründen ve lüksünden kaçma isteğini neden bu kadar tutkuyla arzuluyor peki? Yalnızca hayalcilik, maceraperestlik mi? Deborah Root, kaçışa böylesine sık biçimde duyulan arzunun sömürgeci ethos’la tutarlılık içinde olduğunu ve sonuçta da kendisini Batı otoritesinin sürekli tekrarlanması şeklinde ortaya çıkardığını belirtiyor. Batı kültürünü reddediyor ve ondan kaçıyor olduğumuzu düşünmek, bir düzeyde “bizim” kültürümüzün bütünsel ve evrensel olduğuna dair kendi görüşümüzü olumlamak ve böylece sömürgeci söylemi karakterize eden efendilik retoriğini yeniden üretme riskini almaktır. Roota’a göre Doğu’ya, egzotik olana kaçışta, otantik olanı aramak da yine Batılı öznenin kendini olumlama çabasından başka bir şey değildir.
Turizmi, “Otantik değerlerin ve yaşam biçimlerinin yapay olarak yeniden üretilip uygun fiyatla paketlenerek “gelişmiş” Batılılara sunulması olarak tanımlayan John Urry, Batılı turistin gittiği her ülkede, kendine sunulanla yetinmeyerek gerçek/asıl “otantik”i aradığını ve bulamayınca hayal kırıklığıyla beraber onu kurtarma, koruma telaşına kapıldığından söz eder. Urry hayli iyimser! Otantik olarak sunulanı kurtarma telaşı bir yana onu kendi diline tercüme etmeye, kendine mal etmeye, metalaştırmaya meraklıdır Batılı. Bu egemen ve kurucu öznenin hayal kırıklığına tahammülü yoktur, hayalindeki “otantik”i bulamazsa onu yaratır. Oryantalizm işte budur!
Kültürel ürünleri, gelenekleri, halkları kurtarma kaygısı, Batı-dışı toplumları ve kültürleri tarihdışı bir zamana yerleştiren düzçizgisel bir zaman anlayışına dayanır ve onları zamansal olarak da geriye iter. Kendinden geçmenin, esrimenin, sefahatın, başıbozukluğun hayal dünyası olarak ortaya çıkan, dondurulmuş bir zamanı yaşayan, tarihsellikten neredeyse yoksun ama bir yandan da akademikleştirilen, siyasallaştırılan, edebileştirilen bu hayali doğu, Batı’nın ürettiği anlatılarla beslenmiştir oldubitti. Oryantalizmin bir düşünce biçimi, anlatılarla, söylemlerle koşullandırılmış ve koşullandırıcı bir algılama çerçevesi olarak nasıl kurulup işlediğini Oryantalizm adlı kitabıyla dünyaya duyuran Edward Said, Doğulu ötekinin kurulmasındaki esas meselenin, Batının kendini, kendine yeterli ve özerk bir özne olarak kurgulaması olduğunu belirtir. Foucault’nun bilgi-iktidar ağı kavramını, Doğu’nun kuruluşu sorununa bağlar ve Batı’nın ürettiği bilgi ile iktidar arzusu ve öteki kültürler üzerindeki hâkimiyeti arasındaki içsel bağı gösterir. Said, Doğu hakkında bilinçli ve maksatlı üretilen bilginin Batı’da vicdani bir değerlendirmeye konu olmayışının nedeninin sömürgecilik olduğunu belirtir. Doğu, Batı’nın sömürgesi olduğu sürece, zaten kurulu efendilik-kölelik ilişkisi Doğu’ya ilişkin metinlerin kasıtlı ya da bilinç dışı saiklerle üretilmesiyle pekiştirilecektir.
Said’e göre iki tür oryantalizm vardır: Örtük oryantalizm ve açık oryantalizm. Açık oryantalizm, bize “Doğu toplumları, onların dilleri, edebiyatı, tarihi, sosyolojisi ve benzeri hakkında çeşitli yerleşik görüşleri anlatırken, örtük oryantalizm ise neredeyse bilinçdışı (ve dokunulması mümkün olmayan) bir kesinliğe tekabül eder.” Örtük oryantalizm, rüyaların, görüntülerin, arzuların, şehvetin, fantezi ve korkuların yer aldığı bilinçdışı alanı yansıtır.
Batılı romantik gezgin Doğu’ya doğru yol aldıkça tuhaf ve ürkütücü bir gizemle karşılaşır.
19. yüzyıldan bu yana kadının, Doğu’nun gizeminin anahtarı olduğu söylemine kapılan pek çok Batılı yazar, Doğu’yu cinselleştirme ya da şehvetli bir Doğu imgesi sunmada yaratıcı güçlerini sonuna kadar kullanmışlardır: Doğu cinselliği fantezileri, Doğulu kadının şehvet düşkünlüğü efsanesi, Doğulu haz nesneleriyle (köle kadınlar, kadın eşyaları, peçe, sürme, genç erkekler gibi) kurulan fetişistik bağ… Büyülü, mistik ama ulaşılamaz bir imge olarak kurulan Doğulu kadını aramaya giden Flaubert, Mısır’ın genelevlerinde koşmaktan vazgeçmez; Nerval ise Edward William Lane’in Modern Egyptian kitabını okuduktan sonra Doğulu kadının erişilmez olduğuna karar vererek çaresiz arayışını sonlandırır.
Batılı turistin Doğulu ötekine duyduğu arzu, Doğulu kadının mekânına, bedenine, hakikatine ulaşma arzusudur aslında. Doğu ve Doğulu kadın arasında kurulan metonomik ilişkinin bize, Doğulu kadına duyulan tutkunun nedenini açıkladığını söyler Meyda Yeğenoğlu. Duygusallığın vücut bulduğu yer olarak görülen Doğu, hep kadınsılığa ilişkin terimlerle temsil edilmiş ve buna paralel olarak, oryantalist söylemde ırksallaştırma ve kadınsılaştırma süreçleri birbiriyle iç içe geçmiştir. Bu nedenle Doğu’nun anlaşılmasının koşulu, Doğu’nun kadınlarının anlaşılabilmesi olmuştur.
Doğu’ya dair üretilen fantezilerin odağında, gizemli Doğu’nun en karakteristik yönünü, en özsel Doğu’yu simgeleyen “peçeli kadın” imgesi yer alır. Oryantalizmin damgasını vurduğu 19. yüzyıldan bu yana Avrupalı gezgin ve yazarlar peçeye, çarşafa, hareme saplantılı bir ilgi gösterirler. Bizzat kendisi aracılığıyla Doğu’nun anlaşılıp kavrandığı bu figür, Edmondo de Amicis, Theophile Gauter, Lady Montagu, Du Loir, Robert Withers, Gerald de Nerval gibi Batılı yazarlar tarafından usanmaksızın anlaşılmaya, açılmaya ve hatta meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Bu yazarlara göre peçe, geleneksel ve muhafazakâr toplumlarda kadına özgürlük sağlayan bir imkân, altından gizli işler karıştırmaya yarayan erotik bir göstergedir. Ancak varlığı peçe tarafından örtüldüğü için “hakiki Doğu”, özneye hiçbir zaman verili değildir; göründüğünden daha fazla ve daha başka bir şeydir daima.
Doğu toplumlarındaki kadınlar üzerine yazılan antropolojik metinlerin tanımlayıcı özelliklerinden biri, “öteki”ni zamansal olarak geriye iten zamansallaştırıcı söylemdir ki bu, Batı’nın özgül zamansallığını evrensel bir model olarak kuran temel taşlardan biridir aynı zamanda. Doğu’nun farklı bir zamansallığa sahip olabileceği varsayımına hiçbir şekilde yer vermeyen bu zihniyeti hâlâ en çok şaşırtan imge peçeyse, onun baş edemediği imge de yine peçedir. Doğu’yu fethetmeyi, her şeye nüfuz etmeyi arzulayan Batılı turist için son derece can sıkıcı, hatta kızdırıcıdır bu durum. Fanon’un da belirttiği gibi, bu “görülmeden gören kadın” sömürgeciyi kızdırır; ilişkide karşılıklılık yoktur. Kadın kendini bırakmaz, vermez, sunmaz. Kadının gizemli alanını görme ve orayı iğfal etme arzusunu taşıyan özne, erkek olarak konumlanmıştır. Ötekine bakan, onu bakışın nesnesi yapan göz, eril gözdür. Kadının sessiz imgesi onu, erkeğin, dilsel komuta aracılığıyla zorla yüklediği fantezi ve takıntılarını sonuna kadar yaşayabileceği bir düzlem olarak kurgular. Oryantalist ve fallus-merkezci söylemlerin kesişme noktasındaki Doğulu kadın oysa tam tersine peçe aracılığıyla görülmeden bakarak varolan kurguyu bozuşturur, Batılı sömürgeci öznenin kültürel ve cinsel farkı sabit bir biçimde kurma arzusunu rahatsız eder. Bhabha’nın sözleriyle “Bu görme anı veya peçeden süzülen gözler, hem cinsel farkı sabitlemek isteyen röntgenci arzuyu, hem de ırkçı streotipler için duyulan fetişist arzuyu hayal kırıklığına uğratır.”
Ötekinin iç dünyasını görememe, kadının mekânına ulaşamama, sınırlarını ve noksanlarını hatırlatır erkeğe. İşte tam bu esnada devreye Batılı kadın girer ve erkekte eksik olan “içerinin bilgisi”ni sunar. Erkek özne, Batılı kadını, Doğu’nun girilmez iç mekânı, peçenin altında saklanan kadınlar hakkında bilgi sağlamaya davet ederken, kendi metnini asıl olarak, kadınların metinlerini ise basit bir ek olarak kurmaktadır Yeğenoğlu’na göre.
Batılı kadınlar edindikleri ek bilgilerle erkeklerin anlatılarının bütünselliğini ve tutarlılığını sağlamlaştırırlar. 17. yüzyıl itibariyle Türkiye’ye gelen Batılı kadın seyyahların, Osmanlı kadınına ve haremin içyüzüne dair yazdıkları, erkek yazarların tamamlanmamış Doğu imgelemini destekleyerek beslemiştir. Bu kadın, tekil, yekpare, tarihsellikten yoksun bir nesne olarak kurgulanır. Ya kendisine şefkat gösterilir ve kurtarılır ya da aşağılanarak ötekileştirilir.
Batı merkezli dünyanın “üçüncü dünya” adıyla ötekileştirdiği yeni-sömürge ülkelerde yaşayan kadınlar, bir yandan emperyalizm ve yerel kapitalizm tarafından ezilirken, diğer yandan ataerki tarafından sömürülmekte ve beyaz Batılı kız kardeşleri tarafından ötekileştirilmektedirler. Batılı feministler, Doğu’yu ya da Üçüncü Dünya’yı “öteki” olarak tanımlayarak kendilerini merkeze koyar ve çevreyi de kendileri belirler. Batılı kadınlar özne, Üçüncü Dünya kadınları ise tanımlanan nesneler olarak kurgulanır. Böylelikle erkek egemen ve anaakım sömürgeci söylemler yeniden üretilir. Üçüncü dünyalı kadınlara dair Batılı feministlerce üretilen “örtünen kadın”, “güçlü anne”, “iffetli kız”, “itaatkâr eş” gibi evrensel imgeler ile mağdur, sessiz, kurban konumları ve egzotikleştirilmiş temsiller oysa tarihsellikten ve gerçeklikten yoksundur.
Ataerkil heteroseksüel düzenin baş edemediği bir başka karşılaşma da yerli/Doğulu erkekle beyaz/Batılı kadın arasındaki cinsel karşılaşmadır. Yabancı ülkelere giden ve çekici yerlilerle cinsel ilişkiye giren Avrupalı kadın, sinemanın ve edebiyatın sürekli ve değişmez klişelerinden biridir bu nedenle. Sömürge öyküleri, Deborah Root’un “Çölde Talihsiz Serüvenler: Sömürgeci Kâbus Olarak Esirgeyen Gökyüzü” başlıklı makalesinde belirttiği gibi, genelde sömürgeleştirilmiş kadının, Avrupalı erkeğe egzotik bir deneyimi tattırma konusunda varolduğu düşünülen yeteneği temasını izlerler. Uzakdoğu ile kimi Asya ve Afrika ülkelerinde Batılı turist erkeğe vaat edilen kuşkusuz ki egzotik kumsallar değil, erotik deneyimlerdir. Kama Sutra, Ars Erotica, Taocu seks gibi Uzakdoğu ve doğu uygarlıklarının cinsellik ve cinsel pratiklerle ile ilgili disiplin ve öğretileri, afrodizyak bitki ve meyveler, yağlar, tohumlar, baharatlar, erotik masajlar ve gevşeme teknikleri, Batılı erkeğin fantezilerinin tatmini için oluşturulmuş cinsel örüntülerdir adeta. 17. yüzyıldan günümüze resim, fotoğraf, seyahatname ve kurmaca metinlerde cariye, odalık, köle gibi imajlarla temsil edilen sömürgeleştirilmiş kadının tutsak edilmişliği ve kapatılmışlığı, ele geçirmeye ve fethetmeye odaklı Batılı erkeği en çok cezbeden yandır.
Fransız edebiyatında “Yeni Roman” geleneğinin öncüsü yazar ve yönetmen Alain Robbe-Grillet’nin ölmeden önce çektiği son filmi Gradiva (2006) bu bağlamda ilginçtir. Wilhelm Jensen’in 1903’te yazdığı, erkek kahramanın bastırılmış çocukluk aşkının Roma tanrıçası Gradiva olarak rüyasına girmesini konu alan Gradiva, Grillet’den çok önce Freud’un ilgisini çekmişti. Kadın psikanalizi üzerine incelemeler başlatmasını sağlayan, 1907 yılında yazdığı ‘Delusions and Dreams in W. Jensen’s Gradiva’ makalesinde, genç bir arkeolog, Gradiva isimli rölyefi bir müzede görünce âşık olur, bir kopyasını alarak, tüm arzularının ve hayallerinin bir kadındaki maddeleşmiş hali olan bu “nesne”yi seyreder gece gündüz. Bir gece rüyasında Pompei’de olduğunu görür. Gradiva’da oradadır ve yanardağ patlamak üzeredir. Ertesi gün genç arkeolog Pompei’ye gitmeye karar verir. Grillet’nin beyazperde versiyonu da yine, Batılı estet bir öznenin, sanat tarihçisi John Locke’un sanrılarının izini sürüyor ve Gradiva miti üzerine tüm eril söylemleri bir araya getiriyor. Oryantalizm konusunda araştırmalar yapan Locke, hizmetçisi, asistanı, sevgilisi ve cinsel kölesi Belkıs’la masalsı bir evde yaşarken bir görünüp bir kaybolan bir kadınla karşılaşır. Fas’ın en egzotik mekânlarında karşısına çıkan bu gizemli, ürkütücü, tuhaf kadın, arkeoloğun, eski Pompei’de yaptığı bir kazı sırasında heykelini bulduğu Romalı kızın hayaletinden başkası değildir. Batılı kanonik ve anaakım temsillerde genellikle rastlanıldığı gibi Grillet’nin bakışı da Doğulu kadına atfedilen şehvet, erotizm, cinsel kölelik gibi imge ve rolleri, Doğu’ya, çöle ilişkin sado-erotik fantezileri yeniden üretirken peşinden koşulan ve âşık olunan kadını beyaz, Batılı kadın olarak temellendiriyor.
Söz konusu, beyaz bir kadının sömürgede bir cinsel serüven yaşaması olunca, öykü biraz daha çelişik ve karmaşık bir hale gelir. Bitmek bilmez, doyurulmaz bir şehvete sahip olduğu varsayılan “yerli” kadının, tehdit edici olmayan ama yine de güvenilmez biri olarak sunulmasına karşı, “yerli” erkek, beyaz kadın için son derece tehlikeli olarak karakterize edilir. Yeri kadın beyaz adama, hizmet, saygı, sadakat ve tatminkâr cinsellik sağlarken, yerli adamın beyaz kadına getirdikleri, akıldışılık, vahşet, şiddet, kaos ve ölümdür maalesef. Paul Bowles’un Esirgeyen Gökyüzü adlı romanı bu mantığı çok güzel örnekler. Avrupalıların, Avrupa dışı ülkelerde yaşadıkları talihsiz deneyimler üzerine yazan pek çok Batılı romancının yaptığı gibi Bowles yolculuk ve delilik arasında çok açık bir bağlantı kurar: Beyazlar sıcak ülkelerde çıldırır ya da onursuz biçimlerde ölürler. Çölün içine girildikçe işler daha da kötüleşir. Roman, Kit ve kocası Port’un, New York’ta geçen on yıllık evliliklerinin ardından, Batı kültürünün kendilerine sunduğu monotonluktan kurtulmak amacıyla gezgin olarak geldikleri Fas’ta yaşadıklarının hikâyesidir. Ancak bu yolculuk onlar için bir kurtuluş olmaktan çok bir yitiş ve yitirilişi beraberinde getirir; Port ölür, Kit yerli bir erkeğe âşık olarak çıldırır. “Sömürgeleştirilmiş erkek, böylece iki kere hain olarak sunulur” der Root: “Beyaz kadından teslimiyet talep eder ve aynı zamanda bu, kadının içinde varolan vahşiliği ve deliliği ortaya çıkarır.”
Kişinin eşcinselliğini yabancı bir ülkede keşfetmesi yoluyla kendini fark etme ve açılma hikâyesinin anlatılarına ise 20. yüzyılda rastlanmaya başlanır. Turizmin gelişmesiyle Avrupalı ve Amerikalılar daha sık seyahat etmeye başladılar ve kendi yurtlarından daha da ötelere gittiler. Gey kurmacasında egzotik konumlar da bu dönemde belirmeye başladı. Eşcinsel edebiyata damgasını vuran iki önemli roman André Gide’in Ahlâksız’ı (Immoralist, 1902) ve Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm’ü (1912) oldu.
Gide’in genç arkeolog kahramanı Michel, balayına gittiği Tunus’ta, hayatına ilişkin derinlikli bir öz sorgulamada bulunur; cinsel kimliğine dair bastırılmış içgüdüleri, bedenini keşfeder bu büyülü ülkede. Yeni duygulara dokundukça, benliğinin uyuşmuş ama hiç kullanılmadığı için gizemli gençliğini bütünüyle saklamış yerleri, eğilimleri coşar. Tıpkı kahramanı gibi Tunus seyahatinde eşcinsel olduğunu duyumsayan Andre Gide, bu keşfi, kendisi için “kurtuluşun başlangıcı” olarak tanımlamıştır. Hamamet, Sidi Bou Said ve Jerbe Adası’nda birer ev alan Gide’e göre, bu şehvet ülkesi arzuyu doyuruyor ama yatıştırmıyor, her doygunluk arzuyu yeniden coşturuyor.
Mann’ın anlatısı daha dar biçimde hemcins arzusuna odaklanır. Ünlü, orta yaşlı bir Alman yazarın güzel bir Polonyalı delikanlıya duyduğu tutkunun masalı boyunca, “şehirlerin en olanaksızı” Venedik’teki ortamın yabancılığını vurgular Mann. Modern Venedik ve Münih arasındaki fark doğal ve kültürel güçlerde sembolleştirilir -çıplak güneş tanrısı dikkati anlaktan duyulara çeker, Afrika’dan esen şiddetli sirocco ve köprülerden ve bulvarlardan bir labirentte başkahraman Gustav von Aschenbach kendini kaybeder. Önceden katı bir ahlakçı olan Aschenbach artık “burjuva yapısı”nı hakir gören her şeyden keyif alıyordur.
Ruth Vanita’nın belirttiği gibi, hemcins arzusu hakkındaki hikâyeler, seyahat boyunca değişen benliklerle ilgilidir. Bu tip bir seyahat kişinin benliğini ve cinselliğini keşfinde haz verici, özgürleştirici ve katkıda bulunan olarak temsil edilir. Isherwood’a göreyse, bu yolculuklar ruhani bir arayışın bir parçasıydı:
“Bu yolculuklar, tam da orada yabancı olduklarından seyahat için evlerini terk eden geylerin daha büyük, hâlâ devam eden, tarihsel örüntüsünün bir parçasıydı.”
0 yorum