6 Haziran 2015 Cumartesi

sessizin payı 

 
“Şimdi, bunu yırtmalı, güneşin doğduğunu kabul ederek, yazmağa yeniden başlamalı”
Bir kitabın son cümlesi, son sözü, bu kadar mı yakışır kendi meselesine, kendi sesine. Sessizin Payı’nı bitirdiğimde, bu son cümlede, içinden bu geçti. Yazmaya yeniden başlamalı, evet. Okur için de bir mesaj olmalı bu; kitabın sonunda, Gürbilek’in yanıtlarını aradığı soruların peşinde durduğu bu noktada soluklanıp okumağa başlamalı yeniden. Patikaları ve izleri kat ederken başka bir yolu yeniden görmek, manzaradan bakip başka yollardan da geçmek için, elbette, güneşin yeniden doğduğunu kabul ederek.
Nurdan Gürbilek’in kitaplarını, yazısını, en iyi ifade eden cümlelerden biridir bu ayrıca. Hissederek anlamamızı sağlar bu cümle Gürbilek’in denemelerinin ruhunu. Sürekli birbirine bağlanan, yinelenirken yenilenen, tekrar ederken yeni bir boyut kazanan meseleleriyle Gürbilek kitapları, kendine has bir ses inşaa eder, orada görünürlük kazanan bakışın asla başka türlü var olamayacağı bir ses; anlama çabasıyla iç içe geçen eleştirel düşünce soluk alıp verir bu sesle birlikte.
Felsefe ve edebiyatın, kavram ve deneyimin, başka bir deyişle de yazı ve hayatın birbirine ışık düşüren yansıları gibi yankılanır bu ses. Gürbilek’in bütün kitaplari böylece birbirine bağlanır, birbirini açımlar yeni sorularla yeniden biçimlenir; her “nokta” bir başka başlangıcın, yeniden başlamanın soluklanma yeridir. Sessizin Payı’nda, bu açıdan, dikkat çekici olan yön, kavramlara edebiyatın içinden bakarken, edebiyatı da kendi dışarısıyla daha başka bir vurguyla ilişkilendiriyor olmasıdır. Yazının içerisi ile dışarısı arasındaki mesafeyi  farklılaştıran, yazının imkanlarıyla hayatın gerçekleri arasında başka bir geçişkenlik -ya da akışkanlık- yaratmaya yönelen bir deneme girişimi demeli belki.
“Daha ilk cümleden kendini bir yol ayrımında bulur denemeci: Ya konusunu tekil ve benzersiz bir şey olarak ele alacak, onu el yordamıyla kurcalayacak, oraya gömülecek, orada kaybolmayı göze alacaktır. Ya da onu başka şeylerle ilişkilendirecek, ona bir geniş açı, bir bağlam kazandırmayı deneyecektir. Birincisi yakın izlenimin, duyunun, deneyimin yoludur: Nesnesini bütün tekilliğiyle konuşturabilmek için nereye çıkacağını tam kestiremediği bir patikada dalgın, telaşsız bir dikkatle yürür denemeci. İkincisi kavramın yolu: Nesnesine kuşbakışı bakabileceği bir yüksekliğe, tümeli tarayan bir mesafeye yerleşir bu kez denemeci. Hangi yoldan gitmeli: Yürüyerek mi katedeceğim yolu, yoksa üzerinden uçakla mı geçmeli? Tekilin gücü mü, kavramınki mi?“
Bir “imkansızlık deneyimi”dir bu, eğer böyle söylenebilirse.  Vitrinde Yaşamak’tan bugüne değin izini sürdüğü meseleler bu kitapta yeniden hatırlanacaktır muhtemelen, başka şeylerden söz ederken araya Gürbilek’in başka bir kitabında bahsi geçen başka meseleler girecektir. Kitabın “Giriş”inde, “Patikalarla manzara arasında bölünmüş denemelerden oluşuyor Sessizin Payı. İmgelerle kavramlar, duygularla düşünceler, edebiyatla politika arasında gidip gelen denemeler“, diyor Gürbilek. Nesnesini asla tümüyle ele geçiremeyeceğini mesafeyi iptal edemeyeceğini bilen, ama yine de o bölünmüşlüğü bir temas yoluyla anlamlandırmaya yönelen bir yazı denemesi.
Yukarda aktardığım kitabın son sözü, son cümlesi, böyle bir “deneme”nin imkanlarını ve imkansızlığını ortaya koyuyor. Sanıyorum, Gürbilek’te yazının, yazmanın sorumluluğunun bu olduğunu söyleyebiliriz. Kendi mevcudiyetini silmeye baştan razı olarak tekil olanda bütünün kristalini yakalamaya çalışmak; kavramla deneyim arasında bir temas imkanını imkansız bir deneyim olarak katetmek. Benjamin ile Adorno arasındaki tartışmanın herhangi bir kolaycı çözümü olmayacağını kabul ederek. Gürbilek, bu tartışamaya hemen her kitabında dönüyor bir şekilde, bazen doğrudan formüle ederek bazen dolaylı olarak tartışmayı yeniden güncelleştiriyor. “Deneyimin yolu”nu kavramlarda daha baştan büsbütün belirlemeden, ne de “kavramın yolu”nu tekilin benzersizliğinde işe yaramaz bir uzaklığa dönüştürmeksizin, patikalar ve manzaralar arasında konuşmayı deniyor. Yazı, öyle anlaşılıyor ki, bu “denemeler”de, kaybolmayı göze alırken her zaman bir bağlam sorunu olduğunu da gözden yitirmeyen bir biçim deneyimidir aynı zamanda.
Nurdan Gürbilek’in bütün kitaplarının üslup ve meseleleriyle birbiriyle ilişkili olduğunu anlamak zor değil. Sesinin böylece kendi rengini, ahengini, ritmini her kitapta biraz daha belirginleşerek bulduğundan söz etmek de yerinde olur. Ama şimdi, özellikle Sessizin Payı’nı Mağdurun Dili’yle birlikte okumanın önemli olduğunu söylemek isterim. Birbirini çağıran, yankılayan, farklılaştıran ve sürdüren soruların, anlamlandırma çabasının, çıkarsamaların ve saptamaların bu iki kitap arasında daha belirgin bir bağlantısı, devamlılığı  var sanıyorum.
Mağdurun Dili’nde Gürbilek, yazının dışlanmışlıkla, edebiyatın incinmişlikle kesiştiği noktalardan giderek dilin mağdurlukla ilişkisini anlamaya çalışıyordu. Sessizin Payı’nda ise bu kez, bir üst başlık ya da bağlam gibi, yazıda sessizin payının ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Mağdurun Dili’nde sorulan “Acı anlatılabilir mi?” sorusuyla, Sessizin Payı’nda sorulan „Yazı neyi kurtarır?“ sorusu arasındaki ilişki açık olsa gerek. İster mağduriyet, gurur yarası, incinmişlik olsun, isterse utanç, haysiyet, maruz kalınan kişisel ya da toplumsal felaket olsun, düşüncenin gerçeklikle, yazının hayatla ilişkisi bir anlam ve anlatma sorunu olarak -ki anlatma dediğimiz şey anlamın gövdeleşmesidir- bu kitapların asıl problematiğini oluşturur.
Bu problematik, Gürbilek’in yazılarında imgeyle kavramların, ya da yazıyla deneyimin kesişme noktalarından işlenerek biçimlendiriliyor. Konu edindiği, kendileriyle sürekli konuşma halinde olduğu yazarlarıyla Gürbilek, geçmişi bugünle, felsefeyi güncel olanla, psikanalizi toplumsalla, edebiyatı siyasetle  ilişkilendirerek ortaya koyuyor sorunu. Sessizin Payı’nda sadece Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye romanı üzerinden bugünkü alevlenmiş ve her şeye damgasını vuracak şekilde derinleşmiş “kültür savaşı”nın tarihçesini görmekle kalmayız, “kutuplaşma” kavramının politik anlamını ve katmanlarını da yeniden fark ederiz.
Yoksulluğun, acı çekmenin, şiddete maruz kalmanın, felaketin dille olan ilişkisinin politik anlamlarını da. Adalet ve utanç arasındaki bağ “yazının adaleti” sorununu gündeme getiriyor, “içerisi” ile “dışarısı” arasında bir geçişkenlik oluşturularak, “felaket”in yazıda nasıl bir karşılık bulabileceğinin imkanı -ve imkansızlığı- sorgulanıyordur, bu yazılar boyunca.
Gürbilek’in denemeleri yazı ile hayat, edebiyat ile polika arasındaki ilişkiyi çoğunluk edebi metinler üzerinden tartışmaya sokuyor; bu, aynı zamanda, dil ile söz arasındaki mesafenin de gündeme getirilmesidir sanki. Dilin sınırlarıyla konuşmanın imkanları arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi belki. Bir “konuşma biçimi” haline geliyor gibidir Gürbilek’in yazısı bu noktada; yalnızca sürekli bahsini ettiği yazarlarıyla olan bir konuşma hali değil, olası okurla ve hatta kendi kendisiyle de sürüp giden bir konuşma. Hiç yok değil elbette, başka renkler ve ahenklerde az da olsa böyle “konuşan yazılar” yazabilenler var dilimizde; şükür ki varlar.
Gürbilek de bizi, böylece kendi düşünme deneyimine dahil ediyor yazılarında. Yazar olarak silinmeden, ancak yazdıklarını okurun okurken bir daha yazdığını ve hatta yazının tam da o okunuş anında olası anlamlarına kavuşacağını göz ardı etmeden yazarak yapıyor bunu. Böylece, okurun dahil olduğu düşünme deneyimi bir süreklilik kazanıyor, yeniden geri dönme ve baştan başlama sürekliliği. Kısır olmayan bir döngü olsa gerek bu, sürekli “hiç tamamlanamayacak bir bütünün eksiğine yerleşen parçalar” gibi.
Umutsuzluğun içinden geçen, umudu elden bırakmayan -ya da bırakmak istemeyen demeli belki- yazılardır Sessizin Payı‘ndaki denemeler. Adornovari bir umut. “Adalet egemenin yasasıdır” deniyordur, ama adalet talebinden öylece vazgeçmeksizin. Ya da, “Yazının önünde bir Orpheus çıkmazı vardır. Anlatmak gerekir, ama anlatılamaz” denir, yine de “Yazı neyi kurtarır?” sorusu ihlal edilmeksizin yazmaya devam edilecektir. “Hiçbir deneme bütünü, tekilin içinde parıldadığı kristali ele geçiremez”, ve yine de denemek gerekir -“mevcut olduğunu ileri sürmeden” bile olsa. Ve en sonu, “Ölüleri yaşayanlardan ayıran eşik aşılamaz” ve yine de “yazmak” gerektir, asla tümüyle ödenemeyecek olan sessizin payı için, -“güneşin doğduğunu kabul ederek”-, bir yas duygusu ve daimi bir utanç’la belki, “olumsuzluğun avunusuz bilinci içinde”, yazıyı da bir avuntuya dönüştürmeksizin, yeniden ve yeniden başlamak…
Tagged
Different Themes
Written by Lovely

Aenean quis feugiat elit. Quisque ultricies sollicitudin ante ut venenatis. Nulla dapibus placerat faucibus. Aenean quis leo non neque ultrices scelerisque. Nullam nec vulputate velit. Etiam fermentum turpis at magna tristique interdum.

0 yorum