6 Haziran 2015 Cumartesi

utanç


28 Aralık 2011, Roboskî. Savaş uçakları tarafından bombalanarak 34 Kürt katledildi.

Utanmayı bilmediğimiz söylenemez, ama utancı tanımıyoruz! Tıpkı haktan hukuktan söz etmeyi bilmemize -hatta durmaksızın lafını etmemize- rağmen, adaleti tanımıyor oluşumuz gibi. Tanımamak, burada, çifte anlamda kimliğimizle, kim olduğumuza dair bilincimizle derinden ilişkili bir soruna karşılık geliyor. “Uludere soruşturması”nı tamamlayan (07.01.2014) askeri savcılığın “koğuşturmaya yer olmadığı”nı bildirdiği takipsizlik kararı, siyasi iradenin ardından askeri merciin de kendini “kusursuz” ilan etmesiyle tamamlanmış oluyor:Devletin ve milletin kusursuz bölünmez bütünlüğü.
Bu “kusursuzluk beyanı”nın münferit bir hukuki sorun olarak düşünülebilmesi olanaksız. Tarihsel olaylara bakıldığında, kimliğin kuruluşuna içkin, bir “inkar politikası” olarak süreklilik gösteren bir siyasal-toplumsal yapıyla karşılaşırız. Bu noktada adaletin tanınmayışını, hukuki düzlemde “adil olamama” durumunun ötesinde anlamak zorunluluğu doğar. Utanç’ı tanımayışımıza yönelme zorunluluğu da yine burada ortaya çıkıyor. Çünkü, utanç, bir mahcubiyet duygusu olmaktan öte, benliğin ötekiyle ilişkisinin, aynı zamanda da öteki üzerinden kendisiyle ilişkisinin -kimliğin kuruluşunun- karşılık geldiği bir politik sorunla ilişkilidir. Bu nedenle, en yakın ve can yakıcı örneği Roboski katliamı olan bir tarih kapsamında, adaletsizlikle utançsızlığın nasıl ve neden bir kimliğin bileşenleri haline sokulduğunu sorgulamaya yönelmek zorundayızdır.
Etik bir sorun olarak utanç, “ar duygusu”ndan başka olmakla kalmaz, “suçluluk duygusu”yla, genel bir “vicdan rahatsızlığı”yla, hatta “hayatta kalmanın utancı”yla bile karıştırılmaması gereken bir boyut içerir. Tam olarak aslında bir utanmazlık değildir söz konusu olan. Ahlaki genel geçer kaidelere uymak ya da uymamak bahsi değildir. ( Agamben, Tanık ve Arşiv’de “Utanç ya da Özneye Dair” tartışmasıyla utanç sorununu derinleştirerek tartışmaya açıyor. Ancak, burada işaret etmek istediğim yönler açısından, bu tartışmanın tümüyle içinden çıkabilmek olanaklı değil. Bu değerlendirme, zor kavranılır bir mesele olarak utancın yapısını Auschwitz üzerinden açıklamasını yapmaya çalışırken, insane varlığın yapısına ilişkin bir kavrayışa ulaşmaya, “Auschwitz-sonrası”nda özneliği ve bilinci yeniden düşünmeye yöneliyor. Bu nedenle, Agamben’in yürüttüğü tartışmayı –’utancın paradoksu’ dediği, özneleşme ile özneliğin yok-edilişinin, tebaalık ile egemenliğin mutlak bir aradalığı olarak utanç– paranteze alacağım, ilgilileri için bir kaynak olarak kitabı hatırlatmış olayım istedim geçerken.)
Vicdan, adalet ve suçluluk kavramlarının içerikleri olağan gündelik politik dilde neredeyse tümüyle boşalmış durumdadır. Bu terimleri duyduğumuzda sinir bozucu bir ikiyüzlülüğün söz konusu olduğunu hissederiz. Aynı şekilde, yas tutma gibi utanç da apolitik bir eğilimin veyahut ahlakçı söylemin girdisi olabilir; özellikle de kötülüğün sıradanlığı halinde “ahlaki erdemler” toplumsal bir sorunun perdeleyicisi işlevi görürler. Ama burada apolitik olan politik olanın bizzat kendisidir artık. Söylemsel olarak olması gereken salt bir perdeleme işleviyle olan‘ın genel geçerliliğini ahlakileştiriyordur yalnızca.
Bu durum, çokca bilindiği gibi, politik mücadele denilen şeyin, olan ile olması gereken arasında cereyan eden kavramların tanımlanması anlamına geldiğini gösterir. Tanımlama aynı zamanda yenidentanımlamadır; mevcut politik dilin sınırlarının ötelenebilmesi ya da aralanabilmesi arayışıdır.
“Yas tutma” için Sofokles’in Antigone’nunun tavrını hatırlayabiliriz. Yası tutulamaz olanın yasını tutmak adalet talebini politik sorunun kalbine yerleştirir. Bu yanıyla hikayeyi sadece doğal hukuk ile pozitif hukuk arasındaki bir çatışma sorunu olarak okuyamayacağımız açıktır. Dahası, politik olanın anlamını, yaşamın ve ölümün değerini belirleyen egemenliğin tahakküm alanından çıkaracak şekilde yeniden politize edilmektedir anlatıda. Hikaye için Sofokles’in oyununu okumak iyi olacaktır ama ben Henry Bachau’nun romanlaştırdığı Antigone’u da önermek isterim. Aklıma ayrıca,  dünyayı neyin kurtarabileceği sorusuna “utanç” cevabını vermiş olan Bergman’ın Utanç(Skammen,1968) filmi geliyor. Mekanı ve zamanı belli olmayan bir yerde ve neredeyse yok denecek kadar az savaş sahnesinin gösterildiği filmde savaş üzerinden insan doğasına dair bahse açılanlar,  politika ve etik hakkında düşünmemiz için dikkat çekici veriler sunmaktadır.

antigoneNikiforos Lytras, “Ölü Polyneices’in önünde Antigone”, 1865

Roboski Katliamı, toplumsal kimliğimizi, özneler olarak içine yerleştirildiğimiz kültürel ve siyasal yapıyı, onu karşılığı olan devlet mekanizmasını, tam da “milli irade”yi gerçek anlamda sorgulamaya açabileceğimiz bir utanç vakasıdır. Bu utanç tekil bir örnek olmadığı gibi, etik bir problematiğe bağlıdır ve politik açıdan da  T.C. olarak kodlanan kimliğin tarihsel kuruluşuna aittir. Ermeni Soykırımı’ndan Hrant Dink’in katline bir hat çektiğimizde, bunun Auschwizt’ten Guantanomo’ya cisimleşen modern devlet ve siyaset dünyasıyla akraba olduğunu öne sürebiliriz. Fakat, burada, şimdi asıl önemli olan bütün bu kıyıcı pratiklerde belirdiği haliyle “özgül suç”un -bizim için- ne olduğudur. Bu noktada karşılaşılacak ilk ve asli sorun, suça karşı gösterilen tavırdır; yani,  “inkarcılık” dediğimiz şeyin, bir devlet politikası olduğu kadar, toplumsal kimliğimizin yapısını oluşturuyor olmasıdır.
Hukuk, burada, suçun gerçek anlamda tespitini olanaksızlaştırarak adaletsizliği siyasal bir yapı olarak kurumsallaştırırken, bunun toplumsal alandaki karşılığı da utancı tanımayan bir benlik yapısının kollektif hale dönüştürülmesi oluyor. Her biri kendi başına bir felaket sayılabilecek olayları siyasal olarak hiç tınmadan atlatabilen, dahası bu atlatmayı marifete dönüştürebilen, başka bir toplumsallık bulmak kolay değil. Ama, böyle olması da, açık ki sebepsiz de değil.
Utanç’ın, etik ile kesişerek politik bir sorun halinde ortaya çıkışı, tam bu noktadadır. Çünkü, eğer Levinas’ın söylediği gibi utanç, “kişinin kendisini kendisinden gizlemek için kendisinden kaçmasının tamamen imkansız olması, benliğin kendisine tahammül edilemez görünmesi“ ise, bütün bu kıyıcı uygulamaların tarihsel olarak nasıl hal yoluna konulmuş olduğunu ve hala bunun süregidebildiğini buradan olarak düşünmeye başlamak zorunludur. “Utancın açığa çıkardığı şey kendisini keşfeden Varlıktır” Levinas’a göre (aktaran, aynı kitapta, Agamben) Böylesi bir keşif engellendiğinde ya da saptırıldığında da ortaya bir kendilik çıkıyor yine. Sorun da, bu kendiliğin, ahlaki bir varlık olduğu halde etik-dışıllığıdır. Bir inkar politikasının siyasal üretimi olan kollektif iradenin kendi kendisiyle özdeşliği ve özgüveni bu açıdan tam da sorunun kendisini oluşturuyor.
İstisnalarımız ve mücadele edenlerimiz var, ancak bir genellik içinde böyle bir entelektüel alana sahip değiliz. Ve bu da, bir sorun olarak ifade etmeye çalıştığım utancı tanımamayan kimliğin semptomlarından biridir aslında. Biz de sorun  olan şey batı’da utanç ile bağlantılı konuşulabilecek şeylerden başka bir açıdan “özgüllük” içeriyor, o da toplumsal bilinçle dolayısıyla kendiliğimizle entelektüel hesaplaşma çabalarının -az yada çok olmasından öte- suçun ve suçluluğun devletin ve siyasal alnaın kuruluşuna içkin bir “inkar” zeminine saplanıp kalıyor olmasıdır. Levinas’ın tamamen imkansız dediği şey böylece mümkün olabilmiş ve hepimizi içine alan kimliğin siyasal kuruluşu bir inkar biçimi olarak utancı iptal eden bir benlik ya da kendilik olarak tarihselleşebilmiştir. İçinde sıkışılan şey utanç değil utançsızlık olmuştur bu nedenle.
Kimliğin kuruluşundaki inkarcılığı kaydetmek, bu noktada ortaya çıkan utançsızlığı politik bir sorun haline getirebilmek tam da bu nedenle zorunludur. Bu rahatsızlığı toplumsal olarak hiç duymamış gibiyizdir; çünkü, rahatsızlık suçluluğa dair kökensel bir kavrayışı ve bu da bir sorumluluğu gerektirir. “Vicdan rahatsızlığı” denilen şey bir söylem olarak bu noktada, kendi başına anlamlı değildir, eğer ilahi bir referansa bağlamak yerine vicdan’ın psikanalitik açıklamasını göz ardı etmeyeceksek. Sorun empati yoksuznluğu falan da değildir hiç, aksine etik’in koşulu olarak düşünülen sorumluluğun daha baştan kendi suçunu inkar üzerinden iptal edilmesidir. Böyle alındığında, Roboski katliamının vicdani rahatsızlık getirmemiş olmasını, benlik veyahut kimlik sorununun siyasal bir devamı olarak temellendirebiliriz.
Levinasçı etik düşünce sorumluluktan kaçmamın olanaksız olduğunu, sorumluğumu devredemeyeceğimi söyler, ama bu gerçekten kaçamayacağım ya da devredemeyeceğim anlamına gelmez. Sorumluluktan kaçışımın etik-dışılıkla sonuçlanan bir bedeli, bir tahribatı ve benim kendi kendimle özdeşliğimin çürümesi anlamına gelen sonucu olacağı anlamına gelir. Dehşetin ve onun kaynağındaki kötülüğün politik olarak normalleşmesi anlamına gelir bu da. Sorumluluktan kaçamayışım aslında suçu inkar edemeyişim anlamına gelir, ki bu da “vicdan azabı ve utanmada kendini ele verir” (sf. 153,Sonsuza Tanıklık içinde, “Öz ve Çıkarsızlık” metni) esas olarak. Suçların inkarı ve sorumluluğun reddiyle kemikleşen suçsuzluk bilinci, kendi kendine yönelik masumiyet algısı, Roboski’deki gibi katliam örneklerinde utancı tanımamanın bir karşılığı olarak “görevini layıkıyla yerine getirmiş” olmanın, yargı sürecinde “kusursuzluğun” ilanına dönüşüyor.
Böyle alınırsa, Roboski katliamının sahip olduğumuz devlet geleneği ve toplumsal duyarlılığımız irkiltici bir halde görünürleşir. Siyasal iktidarın 34 insanın vahşice katledilmesiyle deşifre olması değil yalnızca, bizzat toplumsal varlığımızla ilgili utanç sorunun görünür olması nedeniyle de çok boyutllu anlamlara sahiptir. Adaleti neyin olanaksızlaştırdığını değil yalnızca, bu olanaksızlığın nasıl normal bir şeymiş gibi işleyebilir hale gelişini de sorgulayabileceğimiz bir kırılma söz konusudur burada. devletin savaş uçakları tarafından paramparça edilen bedenlerin ve bu olaya gösterilen resmi ve gayri resmi tepkilerin açık ettiği şey “yaşamın ve ölümün haysiyeti”nin tam da utancı tanımamak nedeniyle çoktan imha edildiğidir. hangi hayatın yaşanmaya değmez olduğunu hangi ölümün yası tutulamayacağı üzerinden belirleyen söylemin salt devlet retoriği olmadığını da bu dehşet sahnesinde ve kusursuzluk beyanında  görebiliriz. Ancak daha dehşet verici olan, bir toplumsal bilinç biçimi olarak utancı tanımayışın  varlığımızı belirliyor oluşudur.
utancKatledilenler “kaçakçılar”dı ve dahası, istikbalin olduğu göklerden bakılınca “teröristler”den ayrıştılamıyorlardı. Başkasının acısına bakamamaktan mükellef bir duyarsızlık değil artık burada söz konusu olan, bir utançsızlık biçimine büründüğü ölçüde başkalarının hayatını ve ölümünü anlamlı olmaktan çıkaran, bu hayatlara kastetmiş olmanın suçunu da böylece bertaraf eden bir zihniyet dünyasının dehşetinden söz ediyoruzdur artık. Sadece –Benjamin’in çoktan söylemiş olduğu gibi- “istisnanın kural olduğu bir durum içinde” yaşamıyoruzdur, ne olursa olsun kendinden hoşnutsuzluğa asla dönüşmeyen bir mekanizma ile bu durumu içselleştirmiş bir bilinç olarak sürdürüyoruzdur da.
Ingmar Bergman’ın dünyanın gidişatının nasıl düzeltilebileceği sorusuna verdiği “utanç” yanıtına buradan dönebiliriz: Kişisel olduğu kadar toplumsal bir sorun olarak da utanç; ve, tam da bu nedenle politik bir sorun olarak utanç. Utanç filminde Bergman, ilk elden modern dünyada “kötülük”ten kaçamayacağımızı, “utanç”tan da aslında kurtulamayacağımızı gösterir. Bastırabilir ve inkarcılıkla utancın gerçek anlamını boğabilir ya da saptırabiliriz; kimliğimizin kendi kendisiyle özdeşliğini de bu bastırma sayesinde edinebiliriz, ancak bu bedeli ağır olan bir sonuçtur. Hatta, doğru ifadeyle sorunun kendisi budur. Bergman’ın bir başka imasını bu noktada dikkate alabiliriz; film bize, bir anlamda kıyıcılığın temelini oluşturan şeyin kendi saldırgan eğilimlerimiz olduğunu hatırlatır. Mevcut siyasal mekanizmalar ve kimliğimizin süreklilik yapıları bu işler kolaylaştırmakta ve sorun olan şeyi sorun olmaktan çıkarabilmektedir. Soluduğumuz havanın günbegün tahammül edilmez oluşu ve buna rağmen her şeyin sekteye uğramaksızın sürüp gidiyor oluşu tam da bu nedenle utancı tanımamakla ilgili olabilir.
Bu yüzden, sosyal medyada “Uludere haktır” sözünün dolaşımının başbakan Erdoğan’ın “askerimiz layıkıyla görevini yapmıştır” deyişiyle ve her ikisinin, hukuki sürecin sonunda askeri mahkemenin “kusursuzluk” kararıyla ilk elde anlayabilieceğimizden daha derin bağları olduğunu söylemek gerek. Utancı tanımamanın, mevcut kimliğin kuruluşuna içkin  travmanın bastırılmasıyla, daha da ötesinde suçluluğun inkarıyla içiçe geçmiş oluşunun altını yeniden cizebiliriz böylece. Geçmişi inkar ve geleceği ipotek edilmiş –edilen ve eden- özneler olarak, tam da bu yüzden mutlak bir şimdiye hapsedilmiş olduğumuzun altını da. Benjamin, “anımsama ile uyanışın diyalektik yapısından” söz eder Pasajlar’da.  Rüyayı ve anımsamayı bir anlamda ipuçları gibi filmine yerletirmiş olan Bergman’ın Utanc filmiyle birlikte anlayabiliriz. Film Jan’ın (Max von Sydow) rüyası ile başlar Eva’nın (Liv Ullmann) rüyası ile sonlanır; savaşın bu iki rüyanın parantezinde sahnelenmesi, en az zamansız ve mekansız bir düzlemde vuku bulması kadar ilginç bir boyut taşır.
Eva, rüyasını  “…sonra yüksek bir duvarın yanına geldim, üstü güllerle kaplanmıştı. Ve sonra bir uçak geldi ve bütün gülleri ateşe verdi. Çok güzel olduğu için o kadar da korkunç değildi. Sudaki yansımalarını seyrettim. Ve güllerin nasıl yandığını gördüm. Ve kollarımda küçük bir kız vardı. Kızımızdı. Bana sıkıca sarıldı ve yanağıma değen dudaklarını hissettim. Ve tüm bu zaman boyunca birinin söylemiş olduğu bir şeyi hatırlamam gerektiğini biliyordum… ama unutmuştum” diye anlatır.
Roboski’de insanlar “insansız hava araçları” denilen savaş makineleriyle katledildi. Medyanın ve resmi siyasal söylemin bu olayın sonrasındaki tavrı katliamdaki sorumluluğunu ve suçluluğu gösterir yalnızca. Yüzlerini göremediğimiz paramparça olmuş bedenler battaniyerle sarılmış halde taşındı. Siyasal iradenin ve medyanın ve en sonunda askeri mahkemenin sergilediği “yüzsüzlük” ise münferit olmaktan çoktan çıkmış bir durumun tezahürüdür. Kurbanların cellatlarının adıyla birlikte yaşamaya mecbur edildiği Mustafa Muğlalı olayında olduğu gibi. Tuhaf bir maskedir burada kullanılan yüzsüzlük. Kimliğin kendi kendisiyle özdeşliğini garanti eden bir inkarcılık üzerinden devleti toplumsalla sürekli iç içe geçirerek süreklileştiren bir kollektifleşme halidir. Kendisini kendisinden gizlemeye de gerek duymaz utancı tanımadığı ölcüde.
Suç yoksa sorumluluk da yoktur, elbette; utancın olmadı yerde ise sorumluluktan söz edemeyiz. Döngü açık olsa gerek; sorumluluğun reddi anlamına gelen utançsızlığın burada basit bir şekilde suçluluğun inkarı ile neden sınırlı kalamayacağını da çıkarsayabiliriz.  Çürütücü bir döngüdür bu; suçu inkar etme girişimi bir utançsızlık haline sokulduğunda, kıyıcı bir siyasal alan süreklileştirilmiş olur.
Bergman’dan hareketle sorabiliriz: Hatırlamamız gereken ama unuttuğumuz bir şey var mı rüyalarımızda yankısını duyabileceğimiz?
Tagged
Different Themes
Written by Lovely

Aenean quis feugiat elit. Quisque ultricies sollicitudin ante ut venenatis. Nulla dapibus placerat faucibus. Aenean quis leo non neque ultrices scelerisque. Nullam nec vulputate velit. Etiam fermentum turpis at magna tristique interdum.

0 yorum