13 Haziran 2015 Cumartesi

Karşılaştırmalı Yaşam Taslakları, Yarışmak ve Kazanmak


Günümüz dünyasını bir çırpıda anlatmak istesek hangi sözcüğü seçmeliyiz?
En yaygın kullanılan olmasa ve tüm olup bitenleri açıklamasa da, en azından çok önemli bir ipucu veren, herkesin bildiği tek bir sözcük bulabilir miyiz?
Tüm karmaşıklığı, bilinçli veya amaçsız eklenen sayısız kavramı eleyebilirsek sanırım tek bir sözcük kalacaktır.
Rekabet.
….
Günümüzde insanlar kendilerini en çok yazarak mı anlatmaya çalışıyorlar?
“Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa” sözünde insanlar için artık “yazışa yazışa” mı demek gerekiyor?
Doğadan biraz daha mı uzaklaştık? Çevremizi, kendimizi ve birbirimizi anlamamız için kendi bilincimiz, gördüklerimizi duyduklarımız yetmiyor mu artık? Çiçeklerin kokusu, dalındaki meyvenin tadı anlamını yitirdi mi? Dokunmaktan ve dokunulmaktan korkar mı olduk?
Bu çaresizlik içinde mi kendi çevremize sözcüklerle duvarlar örüyor, milyarlarca harfin içinde boğulmadan suyun yüzüne çıkmaya, ayakta kalmaya çalışıyoruz?
Çoğaldıkça anlamını yitiren yazı dünyasında anlamlı bir iz bırakabilirsek yaşamış mı olacağız?
Peki, doya doya, tadını çıkara çıkara, sevdiklerimizle paylaşarak geçirdiğimiz yıllar, sözcükler ve görüntülerle ölümsüzleştirilmediyse yaşanmamış mı olacak?
Daha çok, daha anlamlı, daha yoğun, daha dolu dolu yaşadığımızı kanıtlamak için mi yazıyor, fotoğraflar çekiyor, paylaşıyoruz?
Bu da yeni bir tür rekabet oyunu mu?
Yoksa umutsuzluğumuzu unutmanın, bulamadığımız ve göreceğimizi de sanmadığımız güzellikleri aramanın bir yolu mu?
Ya da okuma yazma bilen ve İnternet’e erişen herkes artık bir yazar taslağı mı?
Yaşadıklarının ve eğitiminin izleriyle çizilmiş bir eskiz, sözcükleri işleyip dünyaya dağıtan bir aracı mı?
Bir  ne zaman taslak olmaktan çıkıp kalıcı bir yazara dönüşür?
Yaşadıkları, okudukları ve bunlarla beslenen kendi dünyası kimsenin yaşamadığı ve erişemeyeceği bir boyuta ulaşıp bunu ölümsüzleştirmenin güçlü yollarını bulduğu zaman mı?
Yazdıkları yakın ve uzak çevresinde onaylandığı zaman mı?
Onaylayanların sayısı nitelik veya nicelik olarak belirli bir sınır değerin üzerine çıktığında mı?
Yazı dünyasının en saygın isimlerinden oluşan adı konmamış gizli bir jürinin dikkatini çekerek olumlu yanlarıyla tanındığı zaman mı?
Bir yazar yaşamının ve yazdıklarının taslağı olmaktan çıkabilir mi?
….
DergiSANAT için yazdığım son yazı Van Gogh sergisinden esinlenmişti:
“Bir resmin içine girebilmek romanlara katılabilmekten zordur. Sözcüklerin sıralanmış olması başını ve sonunu ilk anda görmemizi, onları sırayla izlememizi sağlar. Oysa yeterince eğitimli olmayan göz resmi bir bütün olarak algılar ve hemen sıkılıp sonrakine geçer.” (1)
CerModern, sergiyi şöyle tanıtmıştı:
“Van Gogh Alive, bu üretken sanatçının 1880–1890 yılları arasındaki çalışmalarını ve hayat deneyimlerini keşfetme; bugün dünya çapında tanınan başyapıtlarının birçoğuna imza attığı yerler olan Arles, Saint Rémy ve Auvers-sur-Oise’da geçirdiği dönem zarfındaki düşüncelerini, duygularını ve ruh halini yorumlama fırsatı sunuyor.”
Güçlü bir klasik müzikle senkronize olarak değişen, dev boyutlardaki 3.000’den fazla Van Gogh görüntüsü; ekranları, duvarları, kolonları, tavanı ve hatta yeri de dolduran heyecan verici bir gösteri yaratarak, ziyaretçilerini ünlü ressamın eşsiz tarzını oluşturan coşkulu renkler ve canlı detaylarla büyülüyor.
Dinamik, bilgilendirici ve görsel olarak görkemli olmaya programlanmış olan SENSORY4 içeriği; 40 yüksek çözünürlüklü projektörden aynı anda akıp zengin surround ses sistemiyle karışarak, ziyaretçiye nefes kesici ve etrafını saran bir gösteri ziyafeti sunuyor.
Van Gogh Alive’da ‘Çalışan Adam’, ‘Yeşilimsi Bir Başlık Giymiş Yaşlı Köylü Kadını’, ‘Çiçek Açmış Erik Ağacı’, ‘Gri Şapkalı Otoportre’, ‘Vazoda 12 Ayçiçeği’, ‘Vincent’ın Yatak Odası’, ‘Teras Kafe’, ‘Sandalye ve Pipo’, ‘Ren Nehrinde Yıldızlı Bir Gece’, ‘Süsen Çiçekleri’, ‘Buğday Tarlası ve Kargalar’, ‘Kırmızı Üzüm Bağı’, ‘Sargılı Kulaklı Otoportre’ gibi bir döneme damgasını vurmuş eserler yer alıyor.
Sergi, ziyaretçilere dahi ressamın fırtınalı hayatını kronolojik olarak göstermek için güçlü bir klasik müzik kullanıyor. Harekete geçiren bu müzik, Van Gogh’un hikâyesinin duygusal yönlerini yansıtarak, sanatçının muhteşem kariyeri boyunca yansıttığı sanatını ve ruh halini daha zengin bir deneyimle ziyaretçiye sunma olanağı sağlıyor.” (2)
Van Gogh’u yaşadığı dönemde kaç kişinin tanıdığını, kardeşi Theo’nun desteğiyle zorlukla geçindiği dönemlerde onu geleceğin büyük ressamı olarak kimlerin görebildiğini bilmiyorum. Ama çektiği tüm sıkıntılar bir yana, olması gereken yere ulaştığını gördüğü söylenemez. (3)
Van Gogh bir ressam taslağı olarak öldü, resimleri o öldükten sonra izleyicilerine ulaşarak kopmaz bağlar kurdu, gerçek bir resim ustası olarak tarihe geçti. O taslakken büyük usta olarak tanınıp bol kazanan diğerlerinin durumunu bilmiyorum. Ama zor yıllarını paylaştığı, birlikte sorunlar yaşadığı arkadaşı Paul Gaugin’in çalışmalarına gösterilen ilgi de ölümünden sonra olmuş. (4)
Paul_Gauguin_-_Christ_and_the_Garden_of_Olives-S-sanatlog.com
Seçme şansı olsa Van Gogh ne isterdi?
Değersiz yapıtlarının büyük ilgi görüp ona çok kazandırmasını, rahat ve mutlu bir yaşam sürmeyi mi?
Büyük güçlüklerle yaşayıp fırtınalarını çıldırma pahasına tuvallere yansıtmayı, çektiği acılarla yıpranan bedeniyle gerçek izleyicilerini hiç tanıyamadan, resim tarihinde erişilmez bir yeri olacağını bilse bile göremeden, bu acımasız dünyadan ayrılmayı mı?
….
 ve Paul Gauguin resme ve dünyaya rekabetçi bir gözle baksalar ne kazanırlardı, insanlık ne kaybederdi, bilmiyorum.
Günümüzdeyse, rekabetçi olmayan bir yaklaşımla benzerleri arasından sıyrılmanın, izleyiciye ya da okuyucuya ulaşmanın, kalıcı bir iz bırakmanın çok daha zor olduğu söylenebilir.
Bir taşı saklamanın ve kaybetmenin en kolay yolu onu diğerlerinin arasına fırlatmaktır.
Bir elması saklamanın en kolay yolu da bu olabilir. Parıltısı görülmeden üzerine gelen diğer taşlar ışığını kestiğinde onu bulmak için madencilik yapmaktan başka yol kalmayabilir. (5)
….
Rekabete dayalı dünyada karşılaştırmalı yaşamlar sürdüğümüz söylenebilir.
Bebeklerin beşikleri, çocukların evleri ve okulları aynı değil. Gözlerini açtıkları andan başlayarak kendilerini başkalarıyla karşılaştırmaya başlıyorlar.
Sonra kendilerini bir yarışın içinde buluyorlar. İyi bir geleceğe giden yolların sonunu getirebilmeleri için arkadaşlarının çoğunu geride bırakmaları gerekiyor.
Sanata yönelenlerin durumu da farklı değil. Yalnızca sevdiği ve sesini duyurmak istediği için uğraşanların bile olabilecekleri yere ulaşmaları kolay görünmüyor. Rekabet etmeleri, sıyrılmaları, dikkat çekmeleri gerekiyor.
Rekabet, her alanda etkisini gösteriyor. Bir dergide yer almak, bir kitap yayımlamak, bir sergi açmak, bir ödül kazanmak, basında yer bulmak, izleyiciye ve okuyucuya ulaşmak yaratma süreçlerinin çok ötesine geçen zorlu uğraşlar gerektiriyor.
Yarışmalar, şanslı olanlar için, bu süreçleri biraz daha kolay geçmenin yolu olabiliyor.
Peki, bu durumun sağlıklı olduğu söylenebilir mi?
….
Her alanda olduğu gibi sanat ve edebiyatta da değerlendirmek, seçmek ve yarışmak gerekebilir.
Doğada evrim, doğal ve yapay seçme, yaşamın ve türlerin gelişme yönünü belirliyor. Büyük bir çeşitlilik, en güçlü ve en güzel biçimlerin gelişmesini ve kalıcı olmasını sağlıyor.
Toplumda da ekonomik ve politik güç kümeleri, doğadakine benzer, fakat insanın öznelliği ve karmaşıklığıyla çeşitlenen mekanizmalarla gelişimlerini sürdürüyorlar.
Sanat ve edebiyatta yapılmış, yapılmakta olan ve yapılacak seçmelerin yeri ve anlamı nedir?
Nitelikli ve sonradan çok ünlenmiş bazı yapıtların ilk yayımlanışlarında büyük zorluklarla karşılaştığı biliniyor.
Niteliğin bağımsız bir değeri var mıdır? Yoksa bu değer ancak, rekabet dünyasının kontrol noktalarını geçebildiği zaman mı ortaya çıkıp kalıcılaşır?
Değerlendirmek, seçmek, yarışmak çok yakın kavramlar mıdır, aralarında uçurumlar mı vardır?
Bin resmi değerlendirdiğimizde bunların hepsini yeterli bulabilir miyiz? Sergilemek için hepsini birden seçmemiz anlamlı olur mu? Onları yarıştırsak verilecek kararları nesnel ölçütlere dayandırabilir miyiz? Dayandırabilirsek bunlar özgür gelişmenin önünde bir engel olur mu? Sanatın ve edebiyatın herhangi bir alanı, heykel, karikatür, sinema, şiir, öykü, roman, bilinen ya da henüz bilinmeyen herhangi bir tür için durum farklı mıdır? On bin yapıtla, yüz bin yapıtla karşılaşınca ne olur? Yayınevi editörleri, küratörler, yarışma jürileri kolay bir iş mi yapıyorlardır, çözümsüz bir sorunun yükünün altında eziliyorlar mıdır?
Milyarlarca sayfa yazmak aslında hiç yazmamak mıdır?
….
Doğan Hızlan adını ilk ne zaman duyduğumu bilmiyorum. Ama sanatla uğraşan çoğu kişi gibi, bu konulara ilgi duyduğum ilk dönemlerden beri yazılarıyla karşılaşıyorum.
Zafer Yalçınpınar’ı günümüzün yeni iletişim olanaklarıyla tanıdım. Kitaplara ilgisi ve yarışmalara karşı oluşu dikkat çekiciydi.
Sağlıklı bir dünyada, bütün halkların barış içinde ve kardeşçe yaşaması gibi, bütün yapıtların da eşit koşullarda paylaşılacağı dost bir şenlikte buluşmasının çok anlamlı olabileceğini düşünüyorum.
Sıralama ve yarışma varsa reklam da kaçınılmaz bir gereklilik olabilir.
Bu arada, reklamda yeni bir dönem başlamış.
Artık rakibin adı verilerek karşılaştırmalı reklam yapılabiliyormuş. Karşılaştırılacak malların aynı nitelikte olması, fiyat gibi doğrulanabilir özelliklerin karşılaştırılması gerekiyormuş. Rakibiyle kendisini karşılaştıran firmanın, rakibinden iyi olduğunu bilimsel olarak ispatlaması. rakibi kötüleyip itibarsızlaştırmaması isteniyormuş. ABD’de, 1979’dan bu yana ‘karşılaştırmalı reklamcılık’yapılabiliyor, reklamlarda rakibin adının geçmesine izin veriliyormuş. 1980’lerde Pepsi, tadım testi reklamlarında doğrudan Coca-Cola şişelerine yer vermiş. Microsoft, bu yıl kendi markasını taşıyan akıllı telefonlarda kullandığı ses tanıma yazılımı Cortana’nın reklamını Apple’ın iPhone’larda kullandığı Siri’yle karşılaştırarak yapmış. Türkiye’de de yeni düzenlemeyle firmalar artık ürün reklamlarında rakip firmanın ürününün ismini ve fotoğrafını gösterebilecekmiş. (6, 7)
Peki, yaşamların kalitesi karşılaştırılabilir mi?
Yalova’nın “Karşılaştırmalı Yaşam Kalitesi Göstergeleri” bu konuda bir fikir veriyor. Yalova, Türkiye, Dünya, Norveç ve Etiyopya değerleri yansıtılmış. Nüfus, gelir, işgücü, doğum, , sağlık, okuryazarlık, okullaşma, işsizlik, istihdam, katma değer, ihracat, ithalat, bütçe, elektrik tüketimi ve özel otomobil sayısı bilgileri verilmiş. Değerleri karşılaştırınca Etiyopya’yı düşünüp sevinmeli mi, Norveç’e bakıp üzülmeli miyiz? Yoksa yalnızca dünyanın haline ağlamalı mıyız? (8)
Sevda Akar da, refahın ölçülmesinde alternatif bir yaklaşım olarak sunulan Daha İyi Yaşam Endeksi’ni Türkiye açısından değerlendirmeyi amaçlamış. OECD tarafından uygulamaya konulan bu endeks konut, gelir, iş, iletişim ve toplum, eğitim, çevre, sivil katılım ve yönetim, sağlık, yaşam memnuniyeti, güvenlik ve iş yaşam dengesi kriterlerine göre oluşturulmaktaymış. Çalışma sonuçları Türkiye’nin OECD ülkeleri arasında Daha İyi Yaşam Endeks değeri en düşük ülke olduğunu gösteriyormuş. (9)
Yeditepe Üniversitesi’ndeki “Karşılaştırmalı Edebiyat” programıysa şöyle tanıtılıyor:
“Bir ülke edebiyatı başka edebiyatlarla ve başka sanat dallarıyla ilişkisi içinde ele alınırsa, daha iyi değerlendirilmiş olur. Hedefimiz, bu program aracılığıyla hem Türk Edebiyatını daha iyi tanımak, hem de Türk Edebiyatı ile dünya edebiyatları ve kültürü arasındaki bağıntıları incelemektir. Programın bir amacı, dünyaya açılabilecek ve Türk Edebiyatını dünyaya açabilecek geniş perspektif sahibi araştırmacılar yetiştirmek, bir başka amacı da, edebiyat öğretmenlerine çağdaş bakış açıları kazandırmaktır. Bir diğer amaç da, sinema-televizyon, gazetecilik, sanat tarihi… gibi alanlardan gelebilecek öğrencilere, meslekleri açısından çok gerekli olan edebiyat bilgilerini vermek ve edebiyatla meslekleri arasındaki kültürel bağları kurabilmelerine yardımcı olmak, bu öğrencilerin kazanacakları daha geniş perspektifler sayesinde mesleklerinde daha başarılı ve titiz olmalarını sağlamaktır. Kısacası ‘Karşılaştırmalı Edebiyat’ programı, gerek edebiyat gerek başka alanlarda lisans yapmış öğrencilerin dünya kültürü ile olan bağlarını pekiştirmeyi, bu öğrencilerin ilerde, Türkiye ile başka ülkeler arasında her düzeyde kurulacak kültürel işbirliği platformlarında çalışabilecek şekilde yetiştirilmesini öngörmektedir.” (10)
paris-ve-marsilya-sanatlog
Paris ve Marsilya’nın Karşılaştırmalı Yaşam Tarzları İllüstrasyonu’nda Fransız grafik ve illüstrasyon tasarımcısı Vahram Muratyan kendi hazırlamış olduğu Paris ve New York projesinde iki şehir arasındaki kültürel ve yaşam farklılıklarını kıyasladığı illüstrasyondan sonra hazırladığı çalışmada Paris ve Marsilya arasındaki farklılıkları yansıtmış. (11)
paris-ve-marsilya-sanatlogcom
Sevilay Atlama ve Ceyda Özsoy, “Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği: Türkiye’nin Karşılaştırmalı Analizi” çalışmalarında ekonomik ve sosyal kalkınmadaki yerini vurgulayarak eğitimin eşit dağılımının önemine dikkat çekmişler:
“Günümüzde kız çocukları ve kadınlar, eğitim fırsatlarından erkeklere oranla daha az yararlanmakta, toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizlikler devam etmektedir. Kadınların ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal yaşamdaki konumlarını güçlendirmek, hak, fırsat ve imkânlardan eşit biçimde yararlanmalarını sağlamakla mümkün olacaktır. Kadınların eğitime olan erişimlerinin iyileştirilmesi, sadece kadınların kişisel gelişimine ve refahına katkı sağlamakla kalmayıp, ülkenin ekonomik potansiyelini de artıracaktır. Kız çocukların ve kadınların eğitim ve öğrenimlerine yatırım yapmanın olağanüstü yüksek sosyal ve ekonomik kazancı yanı sıra, sürdürülebilir kalkınmayı ve ekonomik büyümeyi başarmanın en iyi araçlarından biri olduğu da kanıtlanmıştır. Bu çalışmada, eğitimde toplumsal cinsiyet eşitsizliği sorunu Türkiye’de kız çocukları ve kadınların durumu vurgulanarak tartışılmaktadır.”
Kadınların eğitim düzeyi yükseldikçe evlenme yaşının giderek artmaya başladığını, doğurganlık oranının azaldığını, buna paralel olarak aile başına daha az çocuk düştüğünü, bebek ve çocuk ölüm oranlarının azaldığını, yaşam süresi beklentisinin arttığını, daha sağlıklı, daha iyi beslenmiş ve eğitilmiş çocukların yetiştirilmesinin sağlandığını belirtmişler. (12)
….
Doğan Hızlan’ın özgeçmişi şöyle verilmiş:
dogan-hizlan-sanatlog.com
“Pertevniyal Lisesi’ni bitirdi. Hukuk öğrenimine başladı. İlk yazısı 1954 yılında yayımlanan Doğan Hızlan, çeşitli edebiyat dergilerini ve aralarında Cumhuriyet’in de olduğu gazetelerin sanat sayfalarını yönetti. Bunun yanı sıra birçok gazete ve dergide eleştiriler yayımladı. 1980 yılında Bayram Gömleği adlı bir çocuk hikâyeleri güldestesi hazırladı. Ercümend Behzad Lav’ın Bütün Eserleri’ni yayıma hazırladı. Son olarak İhsan Yılmaz ile birlikte Celâl Sılay’ın Toplu Şiirleri’ni Hüsran Filizleri adıyla yayımladı. En yeni kitabı, Hürriyet Pazar’da yayımlanan kitap yazılarından oluşan Aynadaki Bakışlar’dır. 2012 yılının Şubat ayında Antalya Atatürk  Parkı içinde, adına bir kütüphane açılmış olup bu kütüphaneye yirmi bin kitap bağışlamıştır. Halen Hürriyet Gazetesi’nde yazıyor. Türk Edebiyatı’nın gelişmesine katkılarını sürdürüyor.” (13)
Banu Uzpeder, “Edebiyat… Müzik ve Annem: Doğan Hızlan’ın hayatı bu üç kelimede saklı…” söyleşisine söyle başlamış:
“Evde halaları, teyzeleri ve babasının yaptığı müziklerle büyüyen, teyzeleriyle beraber uzun zaman ud çalmış, hâlâ iyi nota okuyabilen bir edebiyat adamı Doğan Hızlan. Hayatını edebiyata, müziğe adamış… ama gerçekten adamış bir yazar… Sade, sakin bir yaşamı var Hızlan’ın… Ama içinde kopan fırtınaları kendisinden daha iyi kim bilebilir?”
Sonra ailesini, arkadaş çevresini, sosyal hayatını sormuş. Doğan Hızlan, Cemal Süreya, Mehmet Seyda, Konur ve Kıvanç Ertop, Adnan Özyalçıner, Onat Kutlar, Ergin Ertem, , Ülkü Tamer, Demir Özlü adlarını saymış, müzikle ve edebiyatla ilgilenen herkesin onun arkadaşı, çevresi olduğunu söylemiş. Doğayla ilgili soruya Hızlan, “Doğayı, doğa filmi seyrederek, doğa resmi görerek, doğanın müziğini dinleyerek hissederim. Doğayı görmem hiç gerekmiyor” yanıtını vermiş. (14)
….
Zafer Yalçınpınar’ın sitesi “yeni sinsiyet’e karşı mücadele etmektedir!”  sözüyle açılıyor. İlk sayfada “şiir/ eski hikâyeler/ b i l d i r i/  i n c e l e m e/   karga’ca değiniler/   k i m/  k i t a p l a r ı /  kendini anlatan/    E V V 3 L (aksak kolaj)/   dilin kemiği yoktur/  baykuş bakışı/  bakışsız bir kedi kara/ ” linkleri görünüyor. (15)
Özgeçmişi şöyle verilmiş:
Zafer Yalçınpınar, 1979 yılının Temmuz ayında İstanbul’da doğdu. Babası da, babasının babası da İstanbul’da doğmuştur. 1997 yılında İstek Vakfı Belde Koleji’ni bitirdi. 2001 senesinde Marmara Üniversitesi Ekonometri Bölümü’nde lisans derecesini tamamladı. 2003 senesinde Marmara Üniversitesi Bankacılık ve Sigortacılık Enstitüsü’nde yüksek lisans derecesini tamamladı. 2004 yılının başından beri TÜBİTAK-Gebze Yerleşkesi’nde Yönetim Bilimleri alanında araştırma görevlisi olarak çalışıyor. 2002–2006 yılları arasında Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi’ni Vedat Kamer’le birlikte yayıma hazırlamıştır. Şiirleri ve öyküleri Son Kişot, Monokl, No-Edebiyat, Budala, Yaratı(m), Düşe-Yazma, Kavram Kargaşa, E, Öteki-Siz, Karalama, Wesvese, İmlâsız, Üç Nokta, Kül Öykü, Mor Taka, Heves, Sanat Cephesi, Can Sıkıntısı Fanzin, Göğe Bakma Durağı, Zinhar ve Bireylikler adlı dergilerde yer almıştır. “Karşı”(2000, Lotus Yayınları), “Korkak Düşler”(2001, Lotus Yayınları), “Siya”(2006, Mevsimsiz Yayınları) adlı öykü kitapları yayımlanmıştır. İlk şiir kitabı “LİVAR” ise 2007 yılının Şubat ayında Lotus Yayınları tarafından yayımlanmıştır. 2006 yılında görsel işlerinden oluşan “ŞİİŞ” adlı e-kitabı tasarlamış ve internet üzerinden dağıtmıştır. Kendisini “şair” olarak değil de “şiir yazarı” olarak ifade eden Zafer Yalçınpınar; “sıkı” edebiyata inanır, kitap koleksiyonu yapar, İstanbul-Erenköy’de yaşar, başıbozuk ve külyutmazdır. (16)
ikinci-yeni-zafer-yalcinpinar-sanatlog.com
Sözü edilen “Yeni Sinsiyet’e ve Edebiyat Kâhyaları’na karşı verdiğimiz mücadelenin kapsamı, kronolojik olarak” başka bir sitede görülebiliyor:
Yeni Sinsiyet’in Haksızlık Yordamı (1 Haziran 2014)
Yeni sinsiyetin cehalet ortamını yönetmek için kullandığı enstrümanların eskisi kadar hızlı ve pragmatik başarılar elde edemediği açıktır. Yeni kapitalizmin ödüllendirme sistemi, işbirliği yöntemleri ve kültürel sermayenin küresel etkileşim biçimi (vizyon arayışı) çürümektedir.
Yeni Sinsiyet’in İkbal Ezberi (11 Kasım 2012)
Her türlü “özgürleşme” duygusunun üzerine yeni sinsiyet kulesinin korkutucu gölgesi vurmakta ve henüz doğuş anında -o eşsiz anın kutsallığında- “özgürleşme” duygusu karartılmaktadır. Hakikat ile hakaretin yer değiştirmesi, yalanın “sahi” yerine kullanılması, ışığın karanlığa terkedilmesi, görüşsüzlük, sisleme, cehalet ortalamasına hizmet eden her türlü aldatmaca ve hilebazlık, yandaş-paydaş etkileşimlerindeki haysiyetsizlik, liyakatsizlik ve tözsüzlük yeni sinsiyetin kendi geleceği için tasarladığı “emniyet müşirleri”dir.
Menfi Gaddarlığın Sonu/cu (23 Şubat 2012)
Şairler ve şiirleri imgelemin özgürleşmesinin emektarlarıdır. Buna karşın Şiir Yıllığı’nı hazırlayan oligarşi, “şair”i bir “hizmetkâr” olarak görmeye başlamıştı. Ben, YKY’nin Şiir Yıllığı yayımlamamak yönünde aldığı kararı “imgelemin özgürleşmesi” ile şiirsel alanın genişlemesi için çok önemli ve bir o kadar da sahici bir “devrim-adım” olarak görüyorum. Şiir, bir riya ya da yalan değildir. Şiir, “sahi”nin eşsiz bir parçasıdır.
Yeni Sinsiyet’e Karşı:  “Sorular, sorular, sorular…” (11 Kasım 2011)
Yayıncılık istismarlarının temel bileşenleri nelerdir? Hangi edebiyat heveslileri, hangi sözde editörler tarafından nasıl yemleniyor? Okuyucu bu durumun farkında mı? Okuyucu neler düşünüyor, neyi okumak zorunda kalıyor?
Yeni Sinsiyet’e Karşı: “Okumalar, okumalar, okumalar…” (29 Eylül 2011)
Yeni Sinsiyet tipolojisini, şiir ve edebiyat dünyasında yaşanan olayları, hileleri, aktörleri, ilişkileri ve bunlara karşı 2006 yılından beri verdiğimiz mücadelenin ayrıntılarını (yani önümüzdeki aylarda gerçekleştireceğimiz ifşaatı) doğru bir şekilde kavrayabilmeniz ve anlamlandırmanız amacıyla bazı yazıları bir “Ön-Hazırlık” şeklinde okumanız çok faydalı olacaktır. “Editörcülük Oynamak”, “Damperli Ödül Furyası ve Saygınlık Cukkalamak”, “Şaircilik, Yazarcılık Oynayanlar ile Oynamayanlar”, “Yıllık Geyiği”, “Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları”, “Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin ‘Biz’ Söylemi ve Retorik Arsızlığı”, “Yeni Sinsiyet’in Seçkinlik Arayışı”, “Yerli Edebiyat Üzerine…”
Yerden Göğe Kadar Duyurulur: “Başlıyoruz!” (26 Eylül 2011)
“Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)savaşmakla geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur:
Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman…
Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın –bu da boşuna olmayacak.”
(Oruç Aruoba, “De Ki İşte”, Metis Yayınları, 2001, s.44)
Mücadelenin Geçmişteki Envanteri (30 Ağustos 2011)
Eylül ayından itibaren her şeyi teker teker, sabırla, ayrıntılarla, yaşanan olaylarla, tanıklıklarlarla, yeni belgelerle ve özellikle de “isimler vererek”  yeniden -derinlemesine- ele alacağız.
Cevap Olarak (19 Haziran 2011)
Kuşların bana söylediğine/ilettiğine göre, Yeni Sinsiyet‘in nemalanıcıları, şiir simsarları ve edebiyat/sanat kâhyaları sağda solda vızıldamaya başlamış.
Yeni Sinsiyet’in Seçkinlik Arayışı (14 Ocak 2011)
Tarihin salınımına bakıldığında modernizmin ilkelerini bilmek ve bu doğrultuyu iktisadi alana belirgin faaliyet adımlarıyla taşımak, yatırım planları yapmak, kilometre taşları dikmek seçkinlerin öncülüğünde icra edilen şeylerdir. Yeni Sinsiyet nemalanıcılarının bu role kanalize olabilmesi için öncelikle ticari konularda seçkinler ile arasında yönetsel bir dil birliğinin oluşması gerekir. Bu dil birliğini sağlayacak yönetsel ortaklık ise Yeni ’in ve türev uygulamalarının ta kendisiydi. Yeni Sinsiyet, seçkinlere yakınsama çabalarına yeni kapitalizmin kültürünü önceleyen bir karektere bürünerek başlamıştır. Ancak yeni kapitalizmin değerler sisteminin güç kaybetmesiyle ve özellikle de ilerleme prensibinin tutarsızlaşmasıyla birlikte Yeni Sinsiyet’in ortak olmak istediği payda yıpranmış, yeni kapitalizmin dili ve tutumları ayrıcalıklı özelliğini yitirmiştir. Bu noktada seçkinler, uzun soluklu ve yeni bir vizyon arayışıyla birlikte ayrıcalık unsurlarını yeniden akort etmeye girişmişlerdir. Yeni Sinsiyet ise bu hesapsız arayışa ortak olamamıştır.
Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin “Biz” Söylemi ve Retorik Arsızlığı (22 Eylül 2010)
Yeni Sinsiyet’in çeşitli enstrümanlarını kullanarak “cehalet alanı”nda icra ettiği girişimler ve bu enstrümanların işlediği çürük değer yargılarıyla ateşlenen yandaş-paydaş etkileşimleri, söz konusu alanın bir ortama dönüşüm sürecini tamamlamıştır. “Cehalet ortamı” şeklinde ifade ettiğimiz bu oluşumun tamamlanmasının hemen ardından -kendi tanımıyla çelişen- yeni bir tipolojinin çerçevelenmesi de kaçınılmazdı.
Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları (2 Nisan 2010)
Yeni sinsiyetin arsızlığına ve aymazlığına yakışır derecede yaygın olarak kullanılan bir başka enstrüman da “Sessizlik Suikasti” ya da “Sessizlik Baskısı”dır. Marx’ın dile getirdiği bu kavramın işlevleri, sinsiyet zihniyetini eskisinden çok daha yüksek nemalara ulaştırmaktadır. Statüko karşıtı olduğunu iddia eden  -aslında statüko karşıtlığını da bir enstrüman olarak kullanan- yeni sinsiyet, tüm sessizlik biçimlerini cehalet alanının genişlemesi yolunda kullanmaktadır. (Aynı yöntemin çeşitlemelerinden kapitalist satış tekniklerinde de sıkça söz edilir.) (17)
Zafer Yalçınpınar ve Şükret Gökay, Sait Faik Araştırma Atölyesi kapsamında bilişsel haritalama çalışmaları yürütmüşler. Sait Faik odaklı büyük bilişsel harita (200 kavram/unsur) ve ‘Lüzumsuz Adam’ (36 kavram/unsur), ‘Papaz Efendi’ (23 kavram/unsur), ‘Mektup’ (51 kavram/unsur), ‘Son Kuşlar’ (33 kavram/unsur). Hikâyeleri eksenindeki bilişsel haritalar hazırlanmış. (18)
Zafer Yalçınpınar’ın günümüz edebiyat dünyasındaki ödül sistemiyle ilgili düşünceleri pek olumlu değil:
“Ödül konusu son derece karışık bir konu… Şimdi, her şeyi bir kenara bırakalım ve meseleye dil açısından bakalım: Bugün, ‘Ödül’ dediğimiz anda imgesel olarak ödülü alan kişiyi ya da eseri değil “ödül sistematiği”nin kendisini ya da ödülün metasını işaret ediyoruz, yüceltiyoruz, ayrıcalıklandırıyoruz. Eskiden böyle değildi. Şimdilerde, rekabet, kazanmak, yarışmak, hırs, farklılık, üstünlük filan gibi şeyler doğrudan aklımıza geliyor. Ödüllendirme denen şey, Yeni Kapitalizm’in yönetim süreçlerinin içerisinde düşünüldüğünde bir “isteklendirme” türüdür ve iktidar heveslileriyle iktidar sahiplerinin buluştuğu bir podyumdur. Ödül, iktidarın, kendi iktidarını kuvvetlendirdiği bir araçtır. Ödüller sahici değildir. “Ödül Sistematiği” denen şeyden podyumu, ışıkları, jüriyi, ödülü takdim edeni, alkış seslerini, o kırıtışları, gazetelerdeki haberleri, duyuruları filan kaldırın, geriye ne kalır?” (19)
Sanatın özünün verilecek ödüllerle aranamayacağını söylüyor:
“Şairin ödülü sıkı şiir yazmak, yazabilmektir. Şairin ödülü; tüm baskılara rağmen özgür bakışını, imgeselliğinin biricikliğini kaybetmemektir. Derdi şudur şairin; töze nüfuz edebilmek, tözü imlemek…” (19)
2014’ün öne çıkan jüri üyeleri, 25 edebiyat ödülünde, birden fazla jüri üyeliği yapmış isimlerle değerlendirilmiş:
“Listenin başında 10 kere jüri üyeliği yapmış olan Doğan Hızlan yer alıyor. Hızlan’ı, 5 kere jüri üyeliği yapan Refik Durbaş ile 4 kere jüri üyeliği yapan Egemen Berköz, Enver Ercan, Eray Canberk, Handan İnci, Hilmi Yavuz ve Metin Celâl izliyor. 3 kere jüri üyeliği yapanlar Asuman Kafaoğlu Büke, Cemil Kavukçu, Faruk Şüyün, İnci Aral, Leyla Şahin, Müslim Çelik, Nursel Duruel, Selim İleri, Semih Gümüş, Turgay Fişekçi, Turhan Günay ve Cevat Çapan’dan oluşuyor. 2 kere jüri üyeliği yapanların listesi ise şöyle: Abdullah Uçman, Adnan Binyazar, Ahmet Telli, Ali Cengizkan, Buket Aşçı, Emin Özdemir, Erendiz Atasü, Feyza Hepçilingirler, İhsan Yılmaz, İlknur Özdemir, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Murat Gülsoy, Mustafa Öneş, Sennur Sezer, Sevin Okyay, Sinâ Akyol ve Metin Cengiz.” (20)
Ödüllerin listesi de verilmiş:
“Altın Portakal Şiir Ödülü
Behçet Aysan Şiir Ödülü
Behçet Necatigil Şiir Ödülü
Cemal Süreya Şiir Ödülleri
Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü
Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü
Duygu Asena Roman Ödülü
Dünya Kitap Yılın En İyileri
Erdal Öz Edebiyat Ödülü
Everest İlk Roman Yarışması
GİO Ödülleri
Haldun Taner Öykü Ödülü
Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü
Metin Altıok Şiir Ödülü
Necati Cumalı Edebiyat Ödülü
Necip Fazıl Ödülleri
Orhan Kemal Roman Armağanı
Orhan Şaik Gökyay Şiir Ödülü
Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması
Sait Faik Hikâye Armağanı
Sedat Simavi Ödülleri
Selçuk Baran Öykü Ödülü
Tanpınar Edebiyat Ödülü
Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri
Yunus Nadi Ödülleri” (20)
….
Sanatlog yazarı Serkan Engin’in ödüllerle ilgili düşünceleri de bu alandaki sorunları yansıtıyor:
“Yıl 2005. Bir telefon konuşması: Hüseyin Alemdar: Serkan n’aber? Serkan Engin: İyiyim, sağol. Hüseyin Alemdar: Serkan, Enver Ercan’a selamımı söyle, senin şiirlerini Varlık’ta bassın. Serkan Engin: (Gülerek) Ya ‘arkadaş yakinimdir’ diyerek şiir mi bastırılır?”
“İlk bakışta Hüseyin Alemdar’ın yaklaşımı iyi niyetli olarak genç bir şaire destek gibi algılanabilir ama etik açıdan iğrençtir böyle selamla kelamla, torpille şiir yayımlatmak. Ne var ki onlar için doğal ve sıradandır bu durum.”
“Oysa nitelikli şiir zaten geleceğe kalacak ve tarih herkesi doğru yere koyacaktır. Bırakın şiir ödülünüz olmasın, büyük yayınevleri şiir kitabınızı basmasın, namlı dergiler size yer vermesin… Günübirlik parsayı toplamak sizi geleceğe taşımaz, sadece geçici bir süre popüler yapar. Sonra şiir tarihinin çöplüğünü boylarsınız şiiriniz nitelikli değilse ve ancak okurun özdeşlik kurabileceği ya da okura empati kurduran şiirler geleceğe kalır.” (21)
Değersizliğini kanıtlayacak bir şiirin basılması bile küçük bir sevinç olabilir mi?
….
Sanat ve edebiyat tartışmaları kuşkusuz farklı çevrelerde, zamanlarda, boyutlarda, düzlemlerde, düzeylerde yapılabilir, yapılmalıdır.
Sanırım yol gösterici temel ilke, insana, bilime, sanata ve inanca saygı olmalıdır.
Henüz yerini bulamamış ve şimdilik “uzun açıklama” başlığıyla not almış olduğum şu söz, bakışımı özetliyor:
“Uzaklarda bir ateş yanıyordu. Herkes biliyordu ki günün birinde sönecekti. Yine de o kaçınılmaz sona dek onun içlerini ısıtmasını, çiçeklerin güzelliğini yumuşak bir ışıkla boyamasını istiyorlar, bu küçük sevinçlerde büyük mutluluklar buluyorlardı.” (22)
Mutluluğu paylaşmanın en iyi ve en güzel yolları nasıl bulunabilir?
….
Karşılaştırmalı yaşamlar sürdüğümüz bugünün dünyasında, hiç değilse sanatın ve edebiyatın çağının ilerisinde kurallarla yönetilmesini sağlayabilir miyiz?
Different Themes
Written by Lovely

Aenean quis feugiat elit. Quisque ultricies sollicitudin ante ut venenatis. Nulla dapibus placerat faucibus. Aenean quis leo non neque ultrices scelerisque. Nullam nec vulputate velit. Etiam fermentum turpis at magna tristique interdum.

0 yorum