31 Mayıs 2015 Pazar
no image


Eleştirdiği kafa karşısına çıktı

Ferhan Şensoy'un "Ferhangi Şeyler" oyununu izleyen İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencilerinin bir kısmı AKP eleştirilerinden rahatsız oldu. Grup önce salonu terk etti, sonra da oyunu bastı.
[Haber görseli]



















Ferhan Şensoy’un tek kişilik “Ferhangi Şeyler” oyununu önceki akşam İstanbul Beyoğlu’ndaki Ses Tiyatrosu’nda izleyen İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencilerinin bir kısmı önce salonu terk etti, sonra da oyunu bastı. Salondaki 450 öğrenciden bazılarının Şensoy’un oyununda yer verdiği AKP ile ilgili eleştirilerden rahatsız olduğu ve “dinî değerlere saygısızlık” yapıldığı gerekçesiyle, kapıları çarparak salonu terk ettikleri belirtildi. Oyun bitiminde Ferhan Şensoy’un, üniversitenin Hukuk Fakültesi’nin öğretim görevlisi Prof. Dr. Bahadır Erdem’e sahnede plaket takdim ettiği sırada salona geri dönen yaklaşık 20 öğrenci, Şensoy’a “Dine hakaret ettirmeyiz” diye bağırdı. Şensoy’un ise salonu terk ettiği bildirildi.

Öğrencilere ders
Konuyla ilgili görüşünü aldığımız öğretim görevlisi Prof. Dr. Bahadır Erdem ise öğrencilerine son dersi verdi: “Bu durum Türkiye’deki ayrışmanın bir aynası. Türkiye ayrışıyor. Birbirimizin farklılıklarına tahammül etmeliyiz, farklı fikirlere inançlara saygı duymadıkça bu ülkede hiçbir zaman istediğimiz demokrasiye, refah düzeyine ulaşamayız. İstanbul Hukuk Fakültesi Türkiye’nin aynasıdır, her frekansta öğrenci vardır. Tahammül etmeden iyi bir hukukçu olamazsınız!” dedi.

Tiyatro yakılmıştı
Hatırlanacağı üzere, Ferhan Şensoy’un 1986’da yazıp yönettiği “Muzır Müzikal” adlı müzikal de tepki ile karşılaşmıştı. 7 Şubat 1987 günü, oyunun 77. gösterisinden sonra, sahnelendiği Harbiye Şan Tiyatrosu şüpheli bir biçimde yandı. Grup Lokomotif, Derya Baykal, Bülent Kayabaş, Sevil Üstekin ve Tarık Pabuçcuoğlu’nun sahne aldığı oyun yüzünden mahkemeye verilen Şensoy, 21 gün hapis cezasına çarptırıldı. Şensoy, Muzır Müzikal’in son bulmasının ardından tek kişilik gösterisi Ferhangi Şeyler’i sahnelemeye başladı.

Her dönemi eleştirdi
Tiyatro eleştirmeni, gazetemiz yazarı Dikmen Gürün, “Ferhangi Şeyler”i şöyle anlattı: “Politik, eleştirel bir oyundur. Ferhan Şensoy, her dönemde oyunda eleştiriler getirir. Bu eleştirileri, ülkenin genel durumuyla ilgili basında çıkan haberlerden yola çıkarak yapar ve bu eleştiriler son derece zekicedir. Bu toplumda eleştiriye tahmammül edemeyen bir kesim var. Oyundaki eleştirileri AKP’ye saygısızlık, dine saygısızlık olarak algılamak kısır bir düşüncedir.”

Tiyatro için nöbete hazırız
Sanatçılar Girişimi sözcüsü Orhan Aydın, yaşanan olayı kınadıklarını söyledi. Aydın, “Hepimiz bilmeliyiz ki ne Ferhan Şensoy, ne de bu coğrafyada sanat üreten hiçbir dostumuz yalnız değildir. Bizler Ferhan Şensoy’un nöbetçi tiyatrosu gibi hem Ses Tiyatrosu’nun önünde hem de tüm tiyatroların önünde nöbet tutmaya hazırız” ifadelerini kullandı.

Gelecek için büyük tehlike
Tarık Akan, yaşanan olayın Türkiye’deki eğitim sisteminin ne kadar yanlış temeller üzerini oturtulduğunu açıkça ortaya koyduğunu söyledi. Akan, “İlkokuldaki, ortaokuldaki, üniversitedeki hocaların, rektörlerin beyinleri bu çocukları yaratıyor. Ülkenin geleceği için müthiş bir tehlike. Bazıları da bu olayı seçim provakatörlüğü olarak kullanacak” dedi.

Düşünceler dejenere oldu
Oyuncu Zeliha Berksoy bazı izleyicilerin kültürünün, görgüsünün değiştiğini söyledi. Berksoy, “Hayata sanata dair bütün ölçüler yıkılmak için darbeleniyor. Yönetim tarafından yapılan bir kampanya bu. Sanat ve sanatçılar önemli görülmüyor, her şeye eğlencelik olarak bakılıyor. Düşünceler, davranışlar dejenerasyona uğradı. Salonda bağırıyorlar. Nerdesin? Hangi tiyatrodasın? Karşında koskoca Ferhan Şensoy var! Mahalle kahvesinde misiniz?” diye konuştu.
Read more
no image





Bazen gereklidir beyaz yalanlar

Göçmenlik sorununu insancıl ve duygusal bir yaklaşımla ele alan, vasat bir dram: “The Good Lie-İyi Bir Yalan.”

[Haber görseli]



















Bütün ülkeyi ölüme, acıya boğarak yıllarca sürecek olan bir iç savaşın darmadağın ettiği Sudan’da, 1983’te kuzeyle güney arasında patlak veren kanlı çatışma sahneleriyle başlayan “The Good Lieİyi Bir Yalan”, köylerine saldırılıp ebeveynleri katledilen Sudanlı Deng kardeşlerin dokunaklı hikâyesini anlatan bir ABD-Kenya yapımı.
Yönetmen koltuğundaysa, öteden beri Amerikan sinemasıyla rekabet edemeyip yetiştirdiği değerleri de kısa sürede Hollywood’a kaptıran Kanada sinemasının Qebec kanadından Philippe Falardeau oturuyor.

Sudanlı köylüler...
2011’de, yabancı dilde en iyi film Oscarı’na Kanada’dan aday gösterilen “Monsieur Lazhar-Canım Öğretmenim”iyle tanıdığımız yönetmen Falardeau’nun Afrika ve ABD’de Sudanlı amatör oyuncuları yöneterek ilk kez İngilizce çektiği “İyi Bir Yalan”, doğada (inekleriyle beraber) alabildiğine basit ve sade yaşayan, saf ve naif Sudanlı köylülerin, uygarlığın teknolojik gelişmelerle doruğa vurduğu, günümüzün en büyük tüketim toplumu olan ABD’deki modern ve Amerikan tarzı hayatla karşılaştıklarında neler olacağına odaklanan bir dram özetle.
Öldürülmekten kaçıp Etiyopya ve Kenya’ya doğru aç-susuz kilometrelerce yürüyüp cesetler dolu nehirlerden geçerek bir mülteci kampına varan Deng kardeşlerden doktor olma heveslisi Mamere’le (Arnold Oceng) sürekli İncil taşıyan kızkardeşi Abital’e, doğrucu Davud Jeremiah’la (Beşiktaşlı Demba Ba’yı andıran Ger Duany) mekanikten iyi anlayan Paul (Emmanuel Jal) da katılıyor.
Kampta büyümüş bu gariban Sudanlılara yıllar sonra piyango vuruyor ve Amerikalılarca Kansas City’ye gönderiliyorlar 2001 baharında.
Oldukça dağınık yaşayan görevli Carrie de (geçen yıl oynadığı “Wild”la dikkati çekmiş Reese Witherspoon) bu ağır travma geçirmiş, yeni bir hayat kurma çabasında ve kültürel uyum sağlama sürecindeki Sudanlı göçmenlere ev-iş bularak yardımcı oluyor, kendi de onlardan çok şey öğrenirken.
Finalde öldüğü sanılan büyük kardeş Theo’yla (Femi Oguns) ona yerini veren Mamere’in birbirlerine kavuştukları o göz yaşartıcı duygusal çekim gibi yoğun insancıllığıyla öne çıkan film sonuçta bütün insanlar kardeştir mesajıyla akılda kalıyor.

İnsancıl boyutuyla iz bırakıyor
Yönetmen Falardeau’nun, gerçek olaylardan yola çıkan Margaret Nagle’nin senaryosundan çektiği insancıllığının yanı sıra farklı kültürlerin karşıtlıklarının vurgulanmasına dayalı, beylik bir mizahı da barındıran ve adını da Mark Twain’in unutulmaz kahramanı Tom Sawyer’in ele avuca sığmaz, afacan arkadaşı Huckleberry Finn’in maceralarından alan bu film, kuşkusuz son derece etkileyici bir başyapıt değilse de seyircisini baştan sona perdeye bağlayan, insancıl boyutuyla iz bırakan, eli yüzü düzgün bir dram sayılabilir sonuçta.
Read more
30 Mayıs 2015 Cumartesi
Kaza ve Kadere İman

Kaza ve Kadere İman

 
Her maden kazasından sonra siyasetçilerin, sorumluların, işverenin muhakkak telaffuz ettiği bir kelime vardır; “Kader”. Yaşanan ölümlerin“kaza” olarak adlandırılması kadar, vakanın “kader” kavramıyla açıklanması da , sekülerlik iddiasındaki siyasal ve iktisadi bir rejim açısından manidar olsa gerek. Rızanın ancak bu şekilde üretilebiliyor oluşu, işçilerin, halkın ancak bu dil ile sistemin vaadine ikna edilebilmesi, İslami kodların bu toprakların siyasasındaki işlevine, dolaşımına ve kullanım biçimlerine dair önemli ipuçları vermektedir.
İslam itikadında hayat ve ölüm irade kavramıyla açıklanır. İrade ise ikiye ayrılır, külli irade yani Allah’a has ve mahsus olan kudret, tüm yaratılmışlara ve kainata dair mutlak kuvvet; bir de cüzi irade yani yaratılmışın, kulun, mümin öznenin kendi tercih ve takdiriyle şekillenen fiillerdir. Maden ölümlerinden itikad bahsine nerden sıçradık diye sormayın. Zira mevzu tam da bir itikad meselesi etrafında dönüyor.
 
Modernizm duygu ile akıl, vahiy ile bilgi, inanç ile bilim arasında kurulu ikilikler üzerine bina edilmiş bir paradigma. Buna bağlı olarak Müslümanların modernleşme tecrübeleri de bu paradigma ekseninde gelişen pek çık tartışmaya tanıklık etti. “Batı’nın ahlakını bırakıp ilmini almak” fantezisi yahut “İslam akıl dinidir, evrenseldir” gibi tartışmalar temelde bilginin ve aklın kâinatta nereye konumlandırılacağı, hayatımızda, tercihlerimizde, siyasetimizde nasıl bir rol oynayacağıyla ilgiliydi. Bugün post-modern düşünce bize bu katı ikiliklerden sıyrılma, çoğul bir bilme de düşünme pratiği üretme ve nihayetinde mutlaklıklarımızdan vazgeçmeden görelilikleri, hissiyatı dışlamadan aklı, birlikte çokluğu, çoklukta birliği ifa etme imkânlarını açabiliyor. Öte yanda İslam düşüncesinde de buna imkân veren damar ve arayışlar mevcut.
 
İktidarların, sermaye sahiplerinin “bir aç gözlük saplantısı içinde”, apaçık kar hırsı ve tamahından kaynaklanan, basit tedbirlerin maliyete, insan hayatının risk yönetimine, iş emniyetinin kapasiteye tercih edildiği bir düzen var. Bu düzen, insan mamulü, hem de aydınlanmacı, rasyonel, modern insanın mamulü bir düzendir. Bu düzende iman ancak daha fazla çalışmak, kar ve fayda elde etmek, yükümlülüklerden sıyrılıp çıkara odaklanmak gayretinden ibarettir. Bu düzenin adı kapitalizm, güncel formuyla neo-liberalizmdir. Değer üretene asgari ihtimam ve saygısı olmayan, iş ile işçi arasındaki bağı ve emniyet ilişkisini taşeronlaştırma adı altında post-modern kölelik formlarına dönüştüren, nihayetinde insanı emniyetsiz, sahipsiz, selametsiz kılan bir sistemdir. İşçiye hakkını değil, kazandırdığı kadarını veren, onu verirken de binbir türlü usulle borçlandırarak geri almayı garanti eden bir Firavunluğun adıdır. Bu düzende ne Allah’ın kazasına ne de mukadderatına yer vardır.
 
Riyanın örgütlenmiş hali olan sağ siyasette, Allah’a ve dinine yaklaşım faydacılığın, sonuca odaklı düşünme biçiminin, çıkarların muhafazasının aracıdır. Din ile din için, Allah rızası içün değil, devletin ve malın bekası içün ilişkilenmek esastır. İşçinin can ve mal emniyetinden mesul olan, işçi canını verdiğinde hem işçiye hem Allah’a hesap vermekle mükelleftir. Hesap ise kazaya, kadere yani külli iradenin takdirine değil bilakis kulun kendi muhasebesine, cüzi iradeye dayanır. İşçiler, madenlerde, tersanelerde, kot taşlama atölyelerinde, kamyon kasalarında, fabrikalarda can veriyorlarsa iktidar ve mülk sahipleri onların can ve mal emniyetinin vebalini taşırlar. Muktedirlerin ve sermayedarların bu tasarrufları, hem dünyada ümmetin ve umumun, hem de ahirette Allah’ın soracağı çetin bir hesapla mükelleftir.
 
Bizler kaza ve kadere iman ediyor, vermekle ve sormakla mükellef olduğumuz hesabı tutuyoruz. Unutmuyoruz, unutmayacağız. Kardeşlerimizin canlarını alanlardan, onları göz göre göre ölüme yollayanlardan, insan hayatını kar ile ölçenlerden, can emniyetini risk maliyetine indirgeyenlerden ahdımız var. Yalan söylüyorlar, fakat ikna olmayacağız. Razı değiliz, Allah da razı olmayacaktır. Madenlerdeki ölümler ne kaza, ne kader, ancak cinayettir!
Read more
no image

iki arada bir derece islamcılıklar

Gezi ve Mısır İslamcılığı yeniden düşünmek için yeni fırsatlar ve bağlamlar yarattı. Şüphesiz ki saf, tekil ve sabit doğruların olmadığı bir konjonktürden bahsediyoruz. Dolayısıyla saf ve tek doğru fantezisine kapılmadan yaşadığımız anın İslam'a ve bundan mürekkep İslamcılıklara ne söyleyip, vaad ettiğine bakmak kötü olmasa gerek.

Gece Saraçhane meydanındayım. 5 bine yaklaşan bir kalabalık. Yan yana asılı dev Türkiye ve Mısır bayrakları. Mavi Marmaradan bu yana kitlesel eylemlerde sıkça görülen Türk bayrakları (Gezi'deki Kemal bayrakları gibi bu da aslında biraz bayrakçıların komplosu. Bununla beraber bayrakçıların varlığı da eylemlerin popülistleşmesin ve halk katılımı ile doğru orantılı) canlı yayın araçları, parkı gündüz gibi aydınlatan 10 kW projektörler. Hülasa biraz show, biraz coşku, epeyce 90'lar.

Aslında bu mobilite spesifik olarak Ramazan'da Müs-Genç bakiyesi İMH'nin Genç Hareket ekibinin organizasyonun tabanına yaslanıyor. Parkın etrafındaki yoğun araç parklanması, Başakşehir civarından toplaşıp gelen tabanın varlığına delalet. İHH altyapıyı kuruyor, Özgür-Der'e de goygoyculuk ve gaz verme düşüyor. Görünen o ki bu kombinasyon fena iş yapmıyor. Tabi 20 milyonluk İstanbul, siyasal iktidar ve ikballe örtüşen bir konjonktür için utanç verici bir oran ortada. Neyse çok takılmıyoruz. İslamcılar politik mobilizasyonlarını, siyasal iktidara ihaleye çıkaralı, gönüllü bir terk edişle sokaklardan çekileli neredeyse 15 yıl oldu. Bu tarihi not düşelim.

Mısır'da ise bambaşka bir tarih var. İhvan'ın küresel sistemle izdivaç girişimleri, Ordu tarafından akamete uğradı. Artık sistem mi Mursi'yi kustu yoksa Ordu mu durumdan vazife çıkardı orası meçhul. İşin sonunda Sisi'nin de kellesinin gideceği aşikar, bununla beraber İhvan'ın bu kadar kanlı bir son beklemediği de açık. Öte yandan sergilenen direniş de akıl sınırlarını zorlayan cinsten. Şu devirde sivil direniş konusunda böyle bir performansı pek az gördük. Tabi bunun bedeli oldukça ağır. Muhakkak olan bu bedelin kendi hafızasını ve siyasasını yaratacağı.

Mısır ile Türkiye'nin farklı tarihleri aslında burada kesişmiyor. Fakat Türkiye'de mevcut siyasal iktidarın tarihyazımı içeriden-dışarıya bu tarihi yeniden yazıyor ve kendi anlatısına dayanak haline getiriyor. 28 Şubat'ta İslamcıların ödemekten kaçındıkları bedel Mısır'dan devşirilirken, "başarısız bir darbe" olarak Gezi'de Müslüman halkın maruz kalmadığı şiddet ve yarat(ma)dığı hafıza Mısır medyasındaki katliam görselleriyle inşa edilebiliyor.

Bu içiçe geçen tarihyazımları, ödünç alınan hafızalar ve seküler şiddetin bedenlerde cisimleşen hatıraları  aslında söylem itibariyle eski ve demode fakat pratik itibariyle yeni bir tür İslamcılıkları da çağırıyor. Saraçhane'deki kitlenin 90'lardan fırlamış olması, fakat aradan geçen 20 yılı neredeyse hiçe sayan, olma-"mış gibi yapan" jesti ve tarihyazımı bu siyaseti "yeni" kılan şey.

Feyza Akınerdem yerinde eleştiri ve ikazıyla "Türkiye müslümanları ömürleri boyunca Batı'yı konuştuklarının yarısı kadar "devlet"i konuşsalardı bugün daha farklı bir iktidar olurdu." diyor. AKP tecrübesinin siyasal ve entelektüel bagajımıza yaptığı yegane katkı, iktidar yahut devlet cüzü adamakıllı tartışılmadan İslamcılığın tehlikeli ve kof bir fanteziden ibaret olacağıydı. Buna ekonomi-politik bahsini de parti tavrıyla ben düşeyim.

AKP'nin "göreli" ittifak, reform ve manevralarla Türkiyeli Müslüman toplumu özgürleştir-miş gibi durması, bilhassa referandumdan sonra gerek popüler siyasal söyleminde, gerek politik icraatlarında İslami ton ve formlara yer vermesi (balkon konuşmalarından okullarda din derslerine, içki yasaklarından      cami inşaatlarına) 2000'lerin ilk yarısına hakim, AB eksenli liberal iyimserliği hızla törpüledi. Yerini İslamcılığın, daha doğrusu bu tartışmada siyasal İslam'ın popülist argüman ve söylemlerinin bolca dolaşıma girdiği bir ortama bıraktı.

AKP'nin devşirme liberallerinin ciddi bir kısmı (Taraf'giller kısaca) bu noktada çatlayan ittifakı terk ederek yahut tasfiye edilelerek mahallelerine rücu ederken, sağ kanada yakın konumlanan (Oğur'giller ve şürekaı) yeni düzenin propaganda ve dezenformasyon aygıtını üstlendiler. Bunun kristalizasyonunu sevgili köşekadımız Hilal Kaplan üzerinden okuyabiliriz. Hrant ağıtlarıyla Taraf gastesinde kariyerine başlayan Kaplan'ın yeni düzende geldiği nokta Yenişafak'ta ağzında eğreti duran bir jargonla neredeyse Kenan Alpay (Rıdvan Kaya bile diyemiyorum) ayarında İslam(cılıklar) güzellemesi yazıyor oluşudur. Bu shifti düşünmek, bize Kaplan'ın kişisel kariyerinden ve şahsiyetinden bağımsız olarak bir düzenin temsilleri ve ipuçları hakkında verimli bir tasvir sunabilir.

AKP iktidarı, getirdiği göreli özgürlük ve genel itibariyle fake fakat kimi sembolik momentlerde son derece samimi (One minute, Somali, ekmek israfı kampanyası) jestlerle İslamcılığı en geniş ve popüler anlamıyla bir resmi ideoloji haline dönüştürürken, dile gelen ve vücud bulan bu "şey"lerin İslamcılığın tahayyül, talep ve telifiyle alakasını tekrar düşünmek elzem.

Tam da bu noktada söylem, temsil ve sembollerin muğlak ve boşgösteren dünyasından sakallı amcamız, üstadımızın bize bahşettiği sosyal bilimlerin en rahatlatıcı ve kafa açıcı eleştiri kategorisinin diline zıplayabiliriz. AKP'nin icra ettiği neoliberal ekonomi politikalarının bizi getirip eklemlediği yer küresel düzende, Gezi'deki kimi manipülatif dış hamlelerden görüleceği üzere çok da emin bir nokta değil.
Hal böyle iken bu meydanlar AKP muhibbanına, eski (93' model) ve yeni (post-referandum) yeni bi siyasayı açabilir mi?

İktidarı eleştirel bir kategori olarak gündeme getirmeden, ekonomi-politiği tartışmaya açmadan bu imkansız. Zira AKP'nin seleflerinin başaramadığını yaparak son derece muhkem bir şekilde tesis ettiği kapitalist kalkınma doruk noktasındayken bu üretim ilişkileri içerisinde böyle bir toplumsal mobilizasyon adeta imkansız. Zaten Mavi Marmara ve Mısır meselesinin hatta kısmen Suriye'nin ayyuka çıkmasının nedeni de biraz bu.

Zira Türkiyeli İslamcılar için, iktidar olmazdan da evvel dış siyaset, ümmetçi enternasyonalizm hem İslamcı siyasal tahayyülün somutlaşabildiği bir siyasal evren, hem de iç politikadar bedel ödemeyi gerektiren, büzzük isteyen hamlelerden kaçınılabilecek politik bir strateji idi. Taş atan Filistinli çocuğa methiyeler düzerken, hem Kemal demeden Kemalist rejime, "tağut"lara saydırmış olurdunuz, hem taş vs tank sembolizmiyle ezilen edebiyatının dibine vururdunuz, hem de hemen yanınızdaki Kürt meselesinde ne devletin ne PKK'nin yanında saf tutmak zorunda kalmadan meseleden bigane kalırdınız.

Bu kolaycılık AKP döneminde de pek güzel işledi, fakat bir fark ile; işte zurnayı zırt ettiren de bu. Zira AKP döneminde benimsenen dış politikanın şaşırtıcı ve şaşırtıcı olmayan bir biçimde ABD dış politikasıyla örtüştüğü bir gerçek. Hal böyle iken Somali'ye uzanan yardım elinin, Suriye'de dökülen gözyaşının, Mısır'la dayanışmanın bu politik hesaplardan en azından hükümet nezdinde bağımsız olduğunu düşünmek için naiflik sınırlarını zorlamak icab eder.

Meseleyi giriftleştiren tam da bu nahiflik, zira siyasetin duygular üzerinden icra edildiği bir konjonktürde, herkesin her vakada birbirini tutarlılık değil "samimiyet" testlerinden geçirdiği,  ahlak değil "vicdan" üzerinden yargıladığı bir ortamda hükümet politikaları ve politik hesaplarla belirli bir takım toplumsal ve duygusal reflekslerin örtüştüğü politik performanslar üstüne konuşmak için zor momentler.

Saraçhane'ye toplanan on binler gerçekten Mısır'a bakıyorlar, Adeviyye'ye dönük yüzleri. Fakat bedel ödemekten uzak, bunu bir politikaya dönüştürmekten ayrılar. "Yedirmeyiz" derken aslında biraz da başbakanı kastediyorlar. Zaten tam da bu momentte meselenin dışarıdan-içeriye tasarımı zuhur ediyor. Arada "Recep Tayyip Erdoğan" sloganları dahi yükselebiliyor. Peki bu kadar kan akarken akil ve salim bir bakışla failiyetlerimizi gözden geçirmek mümkün olabilir mi, ihtimal dahline girer mi?

İslamcılık, siyasal iktidarın resmi ideolojisi olmaktan çıkamadığı, tekrardan "atalar dini" ve bu sefer Kemalizm ile değil (haksözcüler gebersin) kendi ürünleri olan neo-Kemalizm ile hesaplaşmadığı müddetçe bu darboğazı atlatamayacak. Tahayyülü, vaadi ve teklifi olan bir ideoloji olması için hegemonik bağlarını gözden geçirmesi elzem. Meydanlar bunun zemini olabilir mi, beraberce göreceğiz .
Read more
Kahrından ölmek

Kahrından ölmek



Halk deyişi falan değilmiş, apaçık bir hakikatmış meğer. "Kahrından ölmek" diye bir şey varmış abiler, bugün ben bunu gördüm Fadime Ayvalıtaş'ın cenazesinde. Hani şu Gezi'de, 1 Mayıs Mahallesi'nde can veren Mehmet'in anası. Yoksulluğa, kentsel dönüşüme, insaniyetten uzak hayatlarına isyan edip inmişken otobana, kenarında dizi dizi kulelerin yükseldiği, kalabalığın ortasına son sürat dalan bir Ataşehir çocuğunun jipinin altında kalarak can veren Mehmet Ayvalıtaş'ın.

Haziran fırtınası dinmişken henüz, Mehmet'lere taziyeye gitmiştik. Ümraniye'de, devrimcilerin parselleyip halka dağıttıkları ufacık arazilere kondurulmuş bir gecekondu semti. Şanlı TC buraya Mustafa Kemal adını layık görmüş. Mehmet'lerin evi E-6 karayolunun zebani gibi viyadüklerinin dibinde kalıyor. Tepelerinde devasa Ağaoğlu blokları yükseliyor. Sırf o manzara bile isyana yeter. Amcası "Ben isyan etmiyim de napayım, asgari ücretle nasıl çocuğumu okutayım?" diyordu. Mehmet'in babası Ali Amca pazarda işportacılık yaparak iki çocuğunu okutmaya çalışan bir yorgun adam.

Kürdistan'dan Kongo'ya pek çok yoksul mahalle gördüm, evlere musafir oldum. Ama hiçbiri Mehmet'lerin evi kadar bedbaht ve perişan gelmemişti bana. Küflü bir tavan, duvarda Hz. Ali posteri, kabağı çıkmış koltuklar, sallanan bir çıplak ampul. Kalemşorlar köşelerinden "darbe" felan diye ünlesinler, "millet"ten bahsetsinler. Aşikar olan şey, yoksul bir Alevi mahallesinde, emekçi çocuklarının ne o devletin şefkatinden nasiplendiği, ne de o millete dahil olabildiğidir.

Fadime Ana Mehmet'i askere uğurlayamadığına yanıyordu. Oğlunu askere yollayamamaya ağlarken, "Başka analar ağlamasın" diyebiliyordu. Kronik bir hastalığı, şekeri-tansiyonu yoktu Fadime Ananın. Ama çok yorgun, çok halsiz gözüküyordu. Ali Amca mahkeme gününü anlattı bir parça. Hakim ve savcıların umursamaz hali, üstüne adliyede gaz yemeleri, sonra da Fadime Ananın Ankara'da Ethem Sarısülük davasında yaşadıkları. "O gün başladı" herşey diyordu. Belki de Fadima Ana tam da o gün, artık adalete inancı kalmadığında ölmüştü. Bize ise sadece cenazesini defnetmek düşmüştü.

Terörü devletten biliriz biz. Şiddeti de devletten görüp, öğrendik. Darbeydi, demokrasiydi kimse maval okumasın. Bu devlet hala vampir iştahıyla çocuklarının kanını içiyor. Barıştan bahsederken hala teker teker canlar düşüyor toprağa. 90'larda değiliz belki ama analar hala kahrından ölüyor düşünebiliyor musunuz? Alevi diye insandan saymıyorsanız, eğitim zayiatından, telefattan görüyorsanız da bir çift lafım var. Fadime Anayı cemevinde dört tekbirle, salat ve selamla uğurladık, Peygamber ümmetinden, Hz. İbrahim milletindeniz diyerek, haklarımızı tek tek helal ederek. "Küfür tek millet" ise eğer, kafir devletin günahlarını sırtlanmaya bu kadar arzulu olmayın ey cemaat-i müslimin. Fadime Ananın cenazesindeki öfkenin, sizi rahat yataklarınızda gelip boğmayacağından hiç o kadar emin olmayın, zinhar!
Read more
no image

başlamadan: reçel'den sonra hüda abla denk gelince böyle bir üst üste kadın savunusu manzarası arz ediyoruz. haddimize değil. öğretmiyoruz. öğreniyoruz. okuyacağınız kelamlar en çok da meydanlarda ellerini tuttuğum, eteklerinde büyüdüğüm, borçlu olduğum ablalardan, analardan, kadınlardan öğrendiklerimdir. kibirle değil tevazuyla. özeleştirimdir.

AKP 13 yıldır iktidarda. 28 Şubat 18 yıl önce oldu. İslamcılar 1969'dan beri siyasal partiler aracılığıyla demokratik sistem içerisinde siyaset yürütüyorlar. Kitleselleşememiş güdük örnekler dışında silahlı mücadeleyi benimsemediler, beceremediler. Bir TC projesi olarak Türk-İslam sentezi, Sünni-Hanefilik ise kabaca çok partili bu hayattan bu yana belirgin şekilde toplumsal hayatta mevcut. Daha uzatırım, uzatmayacağım. Kardeşim siz manyak mısınız, Hüda Kaya size n'etti? Siz kim olarak, ne olarak, evrendeki hangi uzayı kaplayarak idamlık bir kadının HDP adaylığını tartışmaya açıyorsunuz? Politik misiniz? Meseleniz politika yapmak mı? O zaman biraz politik davranın, siyasal ahlak içinde hareket edin. Çirkinleşecek misiniz? Çirkinleşiriz.

Türkiye'de solculuğun, devrimciliğin, çeşitli türevleriyle sosyalistlerin, komünistlerin Müslümanlıkla ilişkisini Doktor Kıvılcımlı'yla başlatabilir, müspet pratik zeminlerini ise 90'lara vurdurabiliriz (Şubat-Kasım  arada Şubat- MSP-CHP ittifakını yararlanılması gereken bir parantez olarak düşelim). 93' konsepti Sivas'a kadar uzanmasa bu zeminler bugün başka türlü gelişecek, meseleleri başka yerlerden tartışabilecektik. Ne var ki ne İslamcıların siyasal aklı bunu ön görebildi, ne de sol bu duruma başka türlü yaklaşabildi. Nihayetinde devlet aklı Sivas'tan Alevi katliamları dizisine bir acı halka daha çıkarırken, İslamcıları da milliyetçi-faşist kontrgerilla cephesine eklemleyebilmeyi başardı. 12 Eylül'ün beceremediğini 93' konsepti becerdi. Dolayısıyla Aleviler, İslamcılarla olan karşılaşmalarında haklı bir öfkeye ve korkuya sahiptirler. Lafı gevelemenin alemi yok. Sivas'ta ölen 35 insanın ne gerçek katilleri yargılandı, ne İslamcı toplum Madımak'ın önünde toplanan, tekbirler çeken Müslüman halk adına bir özür beyan edebildi. Bir özür bile beyan edebilseydik, bambaşka şeyler olurdu. En azından Gezi'den sonra Antikapitalist Müslümanlar'dan arkadaşlar anmaya icabet ettiler. Bu da birşeydir. Bir Fatiha birşeydir.

28 Şubat bize, bir avuç kadar kalmış, kafayı da iktidarla bozmamış İslamcıya şunu öğretti; adaleti herkes için istemedikçe huzur bulmayız, Allah bizi iyi etmez. Beyazıt'taki o dev pankartı hatırlamayanlara hatırlatalım "Herkes İçin Adalet, Başörtüye Özgürlük". Bu slogan iki manaya, mesaja karşılık geliyordu; ilki dışarıya yönelikti. "Adalet isteyenler, taleb edenler, mücadele edenler, bunu herkes için isteyin, başörtülü kadınlar şahsında Müslümanlara da isteyin" deniyordu, ki bu tavra icabet eden pek çok feminist, devrimci, demokrat ve sosyalist oldu. Ben Grup Yorum'u ilk kez Beyazıt Meydanı'nda bir başörtüsü eyleminde dinlemiştim mesela, annemin elinden tutarken. İkinci mesaj ise içeriye yönelikti. Müslüman kamuoyuna "Sorun sadece başörtüsü sorunu değil sistem sorunudur, rejim sorunudur. Adaleti sadece mustazaf Müslümanlara değil tüm mustazaflara, herkese istememiz gerekir" denmekteydi. Çok haykırdık, çok yol yürüdük. Ama sesimiz az kimseye yol açtı. Bugün geldiğimiz noktada acıdır ki şunu görüyoruz. İçeriye attığımız sloganı doğru dürüst kimse duymamış. İşte daha dün 15'inde vurulan bir çocuğa adalet isteyebilen bir avuç Müslümanız, cenazesinde Fatiha okuyabilen bir avuçtuk. Ama bugün bu memlekette, İslamcılığı (eski) İslamcılara bırakmayan, onların iktidar heveslerine terk etmeyen, ezilenlerin mücadelesinde onu da bir imkan gören bir hareket, irade var. Bunun adı da HDP'dir.

Diyarbakır cezaevi şehidi bir babanın oğlu, Refah Partisi mensubu İslamcı bir Kürt müteahide, Meclis'te İskilipli Atıf Hoca'yı anmayı, Kemalizmin köklerine dinamit atmayı mümkün kılan bu iradedir. Yıllarca Mazlumder'de insan hakları mücadelesine İslami bir katkı sunmaya çalışan, her defasında ümmetin utanılası suskunluğunu yırtıp atan (bkz: Roboski vd), tam da bu yüzden itibarsızlaştırılan, hedef gösterilen insanlara zemin açan bu iradedir. 28 Şubat'ın ağır, en hakiki bedel ödeyenlerinden birine, çocuklarıyla işkencelerden geçirilen, idamla yargılanan bir kadına listesinin en önünü ayıran da bu iradedir. Hüda Kaya şahsında HDP'nin İslamcı adaylarını dillerine dolayanlar sadece onu değil bu iradeyi de karşılarına aldıklarının da farkında olsunlar ve şunu unutmasınlar; karşılarına aldıkları bir siyasi parti değil "kimsenin can, mal, akıl ve nesil emniyetinden şüphe etmediği" bir yaşam projesidir.  Tehditse tehdit, teklifse teklif. Bunu reddetmek kendi emniyetinizden vazgeçmektir. İster metafor olarak okuyun ister sosyolojik bir kehanet olarak.

Yugoslavya'yı paramparça eden Bosna Savaşı'nda Katolik Hırvatlar, Müslüman Boşnaklarla beraber Ortodoks Sırp milliyetçilerine karşı aynı orduda, Bosna ordusunda birlikte savaştılar. Hatta o orduda bir avuç da olsa Ortodoks Sırp da vardı. Kafayı peynir ekmekle yedikleri için mi, yoksa kullanışlı aptallar olduklarından mı? Hayır! Bosna ordusu sosyalist cumhuriyetin şerefini iki paralık eden barbarlığa, ırkçılığa karşı yanyana, kardeşçe yaşamanın bir vaadi, tahayyülüydü, o kadar. Savaşın sonlarına doğru Hırvatlar bu fikirden caydılar, Sırpların safı belliydi. Ama Bosna-Hersek'te pek barış içinde olmasa da herşeye rağmen o insanlar yanyana yaşamayı ve geçmişte yaptıklarıyla yüzleşmeyi öğrenmeye çalışıyorlar. Savaşırken olduğu gibi barışırken de tüm bir Avrupa'ya, insanlık idealleri iddia edenlere, insaniyet öğretiyorlar. Bosna'yı hatırlattım, çünkü ne zaman Suriye'ye baksam Bosna'yı hatırlıyorum ve neyi unuttuğumuzu soruyorum. Suriye halkı, tek parti diktasına karşı hürriyet için ayaklandığında, özgürlük ve eşitlik idealini "herkes için" vaad edebilseydi eğer, bugün muhakkak ki bu savaş mezhep çatışmalarıyla anılmazdı. Dökülen bunca kanın akibeti için kaygılanmazdık. Suriyeliler bunu beceremediler. Bir şekilde bu kıyam Nusayriye de Sünniye de, Yezidiye de Süryaniye de, Kürde de Araba da aynı hür vatanı tahayyül etme imkanı vermedi. Yaşadığı toprak herkesi düşüne ortak edemedi. Bunda en büyük hata payı da, yekünü oluşturan Sünni Araplardadır. Özeleştirimizdir.

Özeleştirinin öteki adı ise HDP'dir. Sünni Türkler kabullenmese de, son otuz yılda bu memlekette pek çok şeyde olduğu gibi Müslümanlıkta da toplumun dinamosu olan Kürtlerin, iradesi, mücadelesi, partisi ve önderliği ile bir armağan, bir jesttir. Kendi kazanımını kendine saklamayan, komşusuyla paylaşmaktan bir hayır uman bir hamledir, hayırlı ameldir. Kürdün akibetini sadece Kürtten ibaret görmeyen, başkası, ötekisi, diğeri olmayan bir muhayyiledir. Müslüman bir kimse için bu Hüda Kaya demektir, Ezidi bir kimse için Feleknas Uca. Son kertede hepsi farklı kelamlarla da olsa aynı cümbüşlü ağacın altında buluşurlar. Kendine adalet arayışçısı, solcu, devrimci, demokrat diyen insanların sorması gereken bu resmin neresinden rahatsız oldukları, neresine şerh düşmek istedikleridir. AKP'nin 13 yıllık kesintisiz iktidarından tecrübe edinemeyenler, İbrahim Kaypakkaya'nın verdiği kelleye hürmet etsinler. Onun tezlerinden feyz alsınlar. Yaşadığımız coğrafyaya dair adilane bir tahayyülü olduğunu iddia edenler, bu iddiayı vadesi geçmiş bir pozitivizme, sürümü dolmuş bir laiklik anlayışına, güncellenmemiş bir tarihyazımına kurban verme lüksüne sahip değiller. Hiçbirimiz bu lükse sahip değiliz. Aynı gemideyiz. Ya hep birlikte batacağız, ya da beraber yol alacağız.

28 Şubat'ta en ufak bir bedel ödemeyen, bugünse ekranlarda kaymağını yiyen, Kemalist paşalarla, Kürtleri katleden askerlerle el el sıkışacak, onlardan af dileyecek kadar alçalmış bir kadın değil Hüda Kaya. Dün onun idamla yargılandığı Malatya eylemlerini örgütleyen, bugünse MİT'çilik oynayan istikametsizlerden de değil. Mücadelesini onuruyla, izzetiyle sürdüren, başörtüsü yasağı fiilen kalksa da kardeşleri özgür olmadıkça "henüz özgür olmadık" demeyi sürdürenlerden. Korkulacak olan değil, korkunuzu yenecek olan, korktuklarınızla mücadele eden, korkunun kaynağına yönelenlerden o. Eğer kadınlar İslam'ın hürriyetlerini ellerinden alacağını düşünüyorlarsa, o İslami bilginin patriarkal fıkıhtan arındırılması için mücadele veriyor. Eğer emekçiler İslam iktisadının onları sömüreceğinden endişe ediyorsa o ranta ve temerküze karşı, sosyal adaletten bölüşümden yana bir islami politik-ekonominin savunucusu. Eğer Türk olmayanlar onun Türklüğünden endişedelerse buna gerek yok, o milliyetini çoktan ayakları altına almış, kavmiyetçiliğin defterini dürmüş bir Peygamber'e iman ediyor. Eğer Aleviler onun Sünni aidiyetinden tekinsizler ise Hüda Kaya zaten Allah'ın kulları arasında ayrım, Ehl-i Beyt'e kin gütmüyor. Liste uzar gider, biz lafı kısa keselim. Kendimize gelelim arkadaşlar. Çok vakit kaybettik. Çok can kaybettik. Çoğumuz gitti. Çok az kaldık. İyiliği, güzelliği, adaleti ve eşitliği çoğaltacaksak korkuya değil umuda ihtiyacımız var. Tecrübeden ibret, hakikatten adalet devşiren bir umuda. O umut burada, buluştuğumuz ağacın gölgesindedir. Yeni yaşam umudu için idrak etmek, kabullenmek zorunda olduğumuz hakikatlerden biri biraz da Hüda Kaya'dır.
Read more
1 Mayıs'tan Artakalan: Kızıl Karanfiller

Başbakan Ahmet Davutoğlu 30 Nisan'da vatandaşları Taksim Meydanı'na, '77'de katledilenleri anmaya, karanfillerbırakmaya davet etti. Başta DİSK olmak üzere sendika ve meslek örgütleri bu daveti ciddiye alarak 1 Mayıs'ta toplanma alanını Beşiktaş olarak belirledi ve buradan Dolmbahçe'ye oradan da sembolik bir heyetle Kazancı Yokuşu'na yürüyerek meydana sembolik bir çıkış yapmayı hedefledi. Her 1 Mayıs'ta olduğu gibi kızıl karanfillerden 1 Mayıs çelengi tanzim edildi, Beşiktaş Meydanı'na getirildi.


Sabahın erken saatlerinde başlayan toplanma, ilginçtir polis tarafından öğlen 2 sularına kadar dağıtılmadı. Gün boyunca polisle sendika ve meslek örgütleri temsilcileri ve valilik, kamu otoritesinin ve sokağın yeni sahibi, arasında pazarlıklar sürdü. Derken bir anda gaz bombası, kapsül tabancası ve tazyikli suyla müdahale başladı.


Polis panzerinin kitleden önceki hedefi, kızıl karanfillerden mürekkep 1 Mayıs çelengiydi. Kortejin en önünde, birkaç işçi tarafından taşınan çelenk TOMA'nın tazyikli suyuna mukavemet edemeyecek strafordan ve gerçek kızıl karanfillerden oluşmaktaydı. 10 Bar basınçla dakikada 2400 litre su fışkırtan TOMA'nın tabancasına karşı kızıl karanfillerin narin taç yaprakları nasıl dayanabilirdi ?


Aklımı kurcalayan soru şu; siyasal iktidarın politikaları gündelik hayatımızı giderek daha sofistike şekillerde tanzim ve tebdil ederken, somut ve maddi olana yönelirken, siyasetin telaffuz ve icraı neden giderek soyut ve muhayyele olana zapt oluyor. Beyazından mavisine işçilerin çalışma koşulları, emeklerinin karşılıkları, canlarının kıymeti 1886 somutluğundayken mesela neden "en gerçek işçi" imajını tartışmaya açıyor, hükümetin kanaat teknisyenleri? Beşiktaş'ta toplanan kortejin en önünde taşeronlaşma, iş güvenliği, asgari ücret gibi çeşitli emekçi taleplerini içeren pankartlar da varken, TOMA'nın hedefi neden en öndeki anma çelengi, dirilere değil de ölülere ihtiramda bulunan bir nesne? TOMA makinistine diri ve dik karşısında duran işçileri, emek örgütlerinin temsilcilerini değil de ölülerimize, yitirdiklerimize bir hürmet nişanesi olan sembolik bir nesneyi hedeflemesini telkin eden siyasi ve polisiye akıl ne menem birşeydir?

Parçalanan çelengin kasnağını çevik kuvvet müfrezesinin yolundan kaldıran polis aslında sembolik olanı da tutup bir yana fırlatıyor. Askeri ve teknik gücün önünü açıyor, aygıtları işler biçimde devreye sokuyor. Peki su, gaz ve kapsül tabancasının hedefindekiler, yani emekçiler, gençler, kadınlar, ezilenler ne yapıyorlar? Soyuttan somuta, somuttan soyuta hızla şekil değiştirebilen bu siyasal taktik karşısından nasıl konumlar alabiliyor, tavır ve tutumlar geliştirebiliyorlar?

 İmre Azem 1 Mayıs'ta Beşiktaş'ta yaşananları Diken için görüntüledi from DikenComTr on Vimeo.

Çevik kuvvet polislerinin postalları altında ezilen kızıl karanfillerin taç yaprakları, gazlı suya, kapsül parçacıklarına, çelenkin kasnağındaki straforun tanelerine karışırken zihnime işte bu sorular hücum ediyor. Siyasal iktidar gündelik, maddi ve materyal hayatımızı binbir farklı teknolojiyle şekillendirir ve yönetirken, siyasal söylemdeki sembol patlaması, politik mücadelenin kültürel kampların bagajlarıyla sürdürülmesi, boşgösterenlerin televizyon ekranı, basılı ve sosyal medya yüzeylerinden tıpkı TOMA'nın su tabancasından fışkırır gibi ezilenlerin üzerine boca edilmesi, farklı tabakalardan istihdam edilen kanaat teknisyenleri ordusunun maddi ve gündelik hakikatlere değmeden biteviye meta anlatılar üzerinde kelamları...

Beşiktaş meydanındaki gaz bulut ağır ağır dağılır, 1 Mayıs'ta sokağa, Taksim'e çıkmakta ısrar edenler Barbaros Bulvarı'na doğru hızlı hızlı koşarlarken acaba yaşadığımız hakikatlerin üzerine çöken bu gaz bulutunu da dağıtabilecek miyizi düşünüyorum. Hakikati inkarda ısrar edenler, Hakk'ı söyleyen Musa'nın kelamına karşı iplerini yere atıp yılan oynatan Firavun'un göz bağcılar yüzlerine çarpacağımız hakikatle dağılacaklar mı? Ölülerimizi sulh ve selametle anabilecek miyiz? Düşüp yittikleri asfalt yokuşa karanfillerimizi bırakırken, Fatihalarımızı okuyabilecek miyiz ruhlarına? Sorular biriktikçe birikiyor. Gözümün önünden gitmeyense parçalanıp asfalta düşen karanfiller. Belki oradan karışacaklar toprağa, bir yerlerde kök salacaklar, belki de şehrin artıklarına karışıp yitecekler. Kim bilir?
Read more
no image

17 Aralık: Pragmatizmin İflası


17 Aralık operasyonu gümbür gümbür geldi geçti. 2007'de Ergenekon operasyondan itibaren gayrinizami harp esaslarıyla yürütülen, demokratik ve adil olmayan bir yargılama daha doğrusu siyasal tasfiye sistemin sonunda döndü dolaştı yaratıcısını vurdu. 2006'da AKP'nin toplumsal muhalefete karşı çıkardığı TMK ve güya DGM'leri kapatıp kurduğu ÖYM'ler döndü, MİT müsteşarını, bakanları ve Başbakan'ı takip etmeye, dinlemeye ve hatta tutuklamaya imkan verdi. Denetimsiz güç, sahibini zehirledi. TMK'nın yol açtığı korkunç sonuçlara, kararttığı ve hatta imha ettiği hayatlara AKP'li yıllarda hep beraber tanıklık ettik. İslamcılar, muhafazakarlar, sağcılar (bugünlerde boykot edilen bir takım) istisnalar dışında bu duruma kulak tıkamakla yetindiler. Göz yumdukları zulüm, kendi kapılarını çaldığındaysa feryat figan gökleri tuttu. Tuttu tutmasına da tehlike geçince aynı tas aynı hamam, merkezi iktidar, denetimsiz güç, antidemokratik siyaset ve yönetim tam gaz devam ediyor.

"Yanlış tanımışız, aldanmışız" diye beyan olunan, çocuk bile kandıramayacak riyakarlığı kendilerine yedirebilenleri Allah'a havale edelim, biz mevzumuza gelelim. Cemaat bin yıllık sağcı teranesi "önce bir yerlere gelelim, sonra..." geyiğinin limitini, telefon dinlemelerinde Stasi rekorlarını zorlayarak aşmış oldu. Sonuç; elde var sıfır. Terör adı altında istisna haline karar veren, bunun verdiği güçle toplumu dizayn etmeye cüret eden, işi ileriye götürüp küresel taşeronluğa vardıran siyasal akıl baltayı taşa vurdu. Cemaat'in CIA bağlantıları, dış mihrakle felan açıkçası umurumda değil. Benim buradaki meselem, kalbi vatan ve Allah aşkıyla atan Yozgat'lı bir TMŞ polisi, neye inanıp, kime güvenip işin ucunu buraya kadar vardırabiliyor? Hangi din, ahlak ve İslam algısı bizi bu noktaya getiriyor, götürüyor? Esas sormamız gereken şu; Cemaat'in 12 yıllık iş ortağı, bir kısım eski İslamcıdan mütevellit AKP politbürosu ve yakın çevresi  bu ilkel Makyevelizm, iktidar saplantısı ve devleti ele geçirme arzusundan ne kadar beri? Bunca yıl iş ortaklığı, yatak yoldaşlığı yapmış olanlar, herhalde "iş başka, aşk başka" diyecek profesyonel mesafeyi tutturamamış olsa gerek. Hülasa, Cemaat eliyle zirveleşen rasyonalleşme ve devletleşme (Kemalistleşme, İttihatçılaşma) ile hesaplaşmanın vakti artık gelmedi mi?

28 Şubat, İslamcı siyaset için ilke ve idealler, Müslümanca bir hayat ve düzen uğrunda yürütülebilecek her türlü kolektif ve bireysel performans için yitim ve bitim noktasıydı. 94'te Refah'ın belediyecilik ve sonra iktidar tecrübesiyle doğal sınırlarına ulaşan popülist İslamcı siyaset sistemle giriştiği kavgadan yenilerek çıkmış, Kürt hareketinin ödediği bedeli de göze alamadığından uzlaşmayla meseleyi altmışaltıya bağlamıştı. En ağır bedeli ödeyenler yine Müslüman kadınlar oldu. Erkekler de düzenle anlaşıp, AKP'yi kurdular. Yaklaşık 10 sene sonra, kadınlara da sus payı verildi, başörtüsü meselesi tedrici olarak halledildi. Bunun bir siyasi pazarlık, lütuf ve rüşvete dönüşmesinden rahatsız olan, pek de olmadı galiba. İslamcılar 28 Şubat'ta Dünya'yı Kitab'a uydurmaktansa, Kitab'ı Dünya'ya uydurmak yolunu seçtiler. Devrim değil Devlet olmak istediler. İşte biz buna kısaca pragmatizm diyoruz, solcular oportünizm de derler. Bu süreç 12 Eylül ve Özal'la başlayan, Müslüman bilincin rasyonelleşmesi, protestanlaşmasının da önemli kırılmalarından biri oldu. Gömleği çıkaranların tüm bunlardan arınması biraz zor oldu, ama kendilerine iyi bir yol arkadaşı bulmakta gecikmediler. İslami bir Rönesans'tan bahsedeceksek, tüm Batılı değer ve paradigmayla muhteşem bir bütünleşmeyi gerçekleştiren Cemaat bunun tek adresiydi. Aranan kan buldu, izdivaç gerçekleşti.

17 Aralık, Cemaat'le AKP evliliğinin gayrımeşru çocuğun doğumuyla sonlandığını gösteriyor. AKP güya tekrardan gömleğe sarılmış, bilhassa Davutoğlu'nun medeniyet ve Osmanlı kolpacılıklarıyla bize ilke satıyor. Hani neredeyse inanacağız. İnanacağız da, neoliberalizmin vahşeti bizi bu tatlı rüyadan uyandırıyor. Kah kömür yanığı olup Soma'da işçi bedenlerini kavuruyor, kah biber gazı olup ciğerlerimizi dağlıyor. Masal kabusa dönüşüyor. Pragmatik siyaset, ilke ve değerler sosuyla bile yenmiyor, yutulmuyor. Devrim değil devlet olmaya ahdetmiş, Dünya'ya dair tehdit ve teklifini çoktan yitirmiş, mazlumların ahıyla değil iktidarının kibriyle dolmuş akıllardan birşey beklemek yersiz. Adaleti tesis etmek için bedel ödemekten kaçanlarda Hakk aramak manasız. Hele şunu bir kabullenmekte fayda var. AKP'nin üç kuruş delikanlılığı olsa Cemaat'in 5 yıl önce içeri tıktığı Kemalistleri düzme iddianamelerle değil, hukuken sağlam, gerçek suç ve delillerle yargılar, meseleyi yargı düzleminden çıkarıp toplumsallaştırırdı. Bunun yerine öküz ölüp ortaklık dağılınca dün terörist dediğini bağrına basmayı, hepsini salıverip iade-i itibar etmeyi tercih etti. Hadi o devlet, tükürdüğünü yalar, işine geldiğini söyler. Peki onun takipçileri, kraldan çok kralcıları, sessiz devrim saksağanları? İlk işleri koşa koşa emekli işkenceci polis şefine, özel harekatçı komutana röportaja gitmek oldu. Onların midesi alabilir, ama bizim midemiz almıyor. Ergenekon davası başladığında, Fırat'ın öte yakasına uzansın, gerçek failler ve suçlar yargılansın derken harbi bir adalet istiyorduk. Siz düzmece davanızda bile durmadınız. Darbecileri mahkemelerde değil gazete manşetlerinde, hukukla değil medyayla yargıladınız. Eh, saman alevinden yüzleşme bu kadar olur. Onun için Gezi'de, eteklerinizi tutuşturan o Kemalist pörtleme bu kadar şedid oldu. Neyse, dua edin Kürtler var.

AKP'nin liberal ve bir o kadar da küstah kalemşörleri, toplumsal muhalefeti biteviye küçümserken, solcuları, islamcıları, devrimcileri sinizm eleştirisiyle güya köşeye sıkıştırmaya çalışıyorlar. Dünyayı değiştirmek, iyi ve güzelin kavgasını vermek, adalet yerini bulsun, hakikat duyulsun istemek gibi ideallerin neferleri bu eleştiriyi kendilerine yöneltebilirler. İlkelerimizin, ideallerimizin peşinde koşarken çok mu uçuyoruz, düşlerimizin esiri olup kendimizi imha mı ediyoruz diye sorabilirler. Hak mücadelesini haksız bir dille mi yürütüyoruz, hakkaniyeti gözetmekten vazgeçip nefsimize yenik mi düşüyoruz diye şüphe edebiliriz, iyidir, lazımdır. İslam inqilabından, Sovyet tecrübesinden sonra bunlar akıl sahipleri için ibret ve muhasebe vesilesidir. Bunda bir mahzur yok. Fakat bize düzenin pisliğini yedirmek, günahlarına ortak etmek, emeğimizi değil onurumuzu satın almak isteyen alçakların sinizm diyerek en azından eleştiri düzeyinde yükselttiğimiz muhalefet ve mukavemeti içerme projelerini yutacak kadar aptal değiliz. Hele kullanışlı aptal filan hiç değiliz. Biz kalbimizle düşünür, aklımızla hissederiz. İradenin iyimserliğiyle aklım kötümserliğini meczeder, kaybedeceğimizi bile bile bu yola düşeriz. Gerekirse bedel de öderiz. Çünkü biz zaferle değil, seferle mükellefiz.

Piyasanın kurallarını, taşeronluk gibi apaçık kölelik rejimini, kentsel rant politikalarını, psikolojik harbi, medya üzerinden itibarsızlaştırma operasyonlarını benimsemiş, Demirel'den tek farkı tecvitli Kur'an kıraati olan bir siyasal aklın gerçekten "fark"ı ne olabilir, eski Türkiye'den? Müslümanların sistemle, devlete bir sorunları, meseleleri kalmadıysa. Devlet ve iktidar fikri, öyle pek de yapısal bir dönüşüme uğramadan hemen herkesin zihninde müspet, makbul ve muteber bir yere kavuştuysa, burada bir tür ilkenin varlığından bahsedilemez. Daha doğrusu pragmatizmin bize ilke diye yutturduğu, yediğimiz içtiğimiz sağcılıktır, on numara statükodur. Hastaların sağlık çalışanlarını dövebildiği, dolayısıyla "millet"in "devlet" önünde ceketini iliklemek şöyle dursun, ona hükmedebildiği hikayesine ancak sivillikten memurluğa terfi edenler inanabilirler. Kenar mahallelerin ümidi hala Reis olabilir, İslamcılığın moral ve duygusal ekmeğini yemeye devam edebilir. Nihayetinde TC devleti katliamlara, felaketlere, imha ve inkar politikalarına kah kimlik kah emek üzerinden devam ediyorsa, değişen sadece formlar, aygıtlardır. Elbette bu da mühimdir, mücadele biçimlerinden yenilenmeyi mecbur ve elzem kılar. Ama o kadar. Esasa taalluk etmez, kavgamızı değiştirmez.

Peki, pragmatizmin zirve yaptığı, "yiyor ama çalışıyorlar" lafzının ahlaki bir kaideye dönüştüğü, sonuç odaklı düşünmenin itikadileştiği bir dönemde, ilkelerini ve ideallerini savunanlar, radikalizmin sürdürülemez bir kör dövüşüne dönüşmesinden nasıl kurtulacaklar? Tabii ki gömleklerinden soyunarak, geçmişlerinden ve kavgalarından kurtularak değil. Birtakım kötü alışkanlıklarından; onları halklaşmaktan, ümmîleşmekten alıkoyan şeylerden, haklı olmanın kibrinden, mazlumken zalimleşmekten taharet ederek mesela. Sonuca değil sürece, zafere değil sefere odaklanarak mesela. Tek olanı da, çok olanı da hesaba katarak, kavgasına uzaktaki düşmandan değil mahalle komşusundan başlayarak mesela. Biz ve onlar diye değil, hepimiz için napabiliriz diye düşünerek, kendinden olmayandan nefret etmeyerek, fakat hak ve batıldan da vazgeçmeyerek mesela. Ne demiş atalarımız; kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimizi. Bizden olmayanların kendilerini emniyetsiz değil, bizzatihi bizden emin hissettirerek eylemek mesela, kalplere korku salarak değil itimad ve itibar aşılayarak mesela.

Liste uzayıp gidebilir. Nihayetinde hatırlamamız gereken, sevgili Cüneyt Sarıyaşar'ın dediği gibi bir kasabaya eğer asfalt gelecekse, ki buna "hizmet" de denebilir, o asfaltın ille belediye reisinin kayınçosu tarafından, encümene rüşvet yedirilerek, malzemeden çalınarak, işçiyi de üç kuruşa çalıştırarak, üstelik oy vermeyen mahalleye de uğramayarak geleceğidir. Hülasa Reis'in her fırsatta olmadığını iddia ettiği gibi, "ideoloji" yoksa eğer, hizmet rant mekanizmalarıyla içiçe geçerek, pragmatik bir aklın ameli olarak hayatlarımızı dönüştürür, iğfal eder. Millet hizmet istiyor, karnı doysun istiyor. Menderes'le ayağı lastik görmüştü, şimdi de uçağa binmek, hastanede sıra beklememek filan istiyor. O hastanede sıra beklemiyor, ama lağımını temizleyen taşeron işçisi karaciğer yetmezliğinden ölüp gidiyor mesela. Plazalar ışıldasın, klimalar serinletsin istiyor mesela. Sonra elektrik santrallerine kömür yetişsin, hem de ucuza gelsin diye yüzlerce madenci can veriyor, dönüp kimse bakmıyor mesela. Eh devlet yönetiyorsan, biraz fire de vereceksin, olacak o kadar. Bu sessiz devrimin yanında, teferruat bunlar. Evet; Fethullah hoca bayrak saydığımız başörtüsüne füruat demişti. Onun polislerinin alaşağı etmeğe kalktığı AKP düzeni de kimilerini teferruat, eğitim zayiatı, canı ucuz görüyor. Onlar ölüyorlar. Biz ise sadece yediğimiz ekmekle yetinmiyor, kaybettiklerimizin yasını tutup hesabını sormaya ahd ediyoruz.

Şimdi stratejik derinlikli, Türk-İslam sentezcisi, medeniyet üfürükçüsü, değer tüccarı, ilkeler şairi hocamız Başbakan olmuşken sayın savcım, merak ettiğim şudur: Devletinizle yatıp devletinizle kalkarken, kendi çocuklarınızın kanını emip etini çiğnerken, Yeni Türkiye diye bize binbir çuval giydirip neoliberalizme köle ederken, Müslümanların midesi bu pragmatizmi kaldırmaya daha ne kadar devam edecek? Gömleği çıkarıp başka bir urba giymiş, ilkeleri ve idealleri unufak etmiş, Müslümanım diye değil bir söz söylemek, sokağa çıkacak yüzümüzü bırakmamış olanlar, şimdi Firavun'un sarayını yeşile boyarlarken bizi hangi şiirlerle oyalayacak, hangi numaralarla gözümüzü bağlayacaklar? Yiyecek miyiz, yutacak mıyız, istifra etmeyecek miyiz? Biz yemiyoruz arkadaşlar. Ne Erdoğan ümmetin halifesi, ne de Yeni Türkiye islam devletidir. AKP ise olsa olsa islamcılığın Sovyetleridir. Biz bu necasetten taharete, pragmatizmden redd-i mirasa niyetliyiz. Var mısınız?
Read more
no image

A Clockwork Orange:Bir Toplum İronisi


droogs with milk
 A Clockwork Orange , “şiddet, suç ve ceza” kavramlarını, bir suçlunun devlet eliyle ıslah edilme biçimi ve bunun neticeleri üzerinden distopik bir gelecek atmosferi çizerek hicveden bir film. Bahsettiği dönem ve tartıştığı meseleler göz önüne alındığında film için, modern toplumun ironisidir denilebilir.
Filmin başından sonuna kadar anlatıcı Alex’tir. Bu yüzden seyirci,  acımasız, alaycı, toplum değerlerini küçümseyen, sıra dışı, saldırgan ve yıkıcı bir portre çizen Alex’in gözünden bakar olaylara.
Antikahramanımız Alex DeLarge ve arkadaşları kurdukları çete ile içlerinden taşan bir şiddet eğilimiyle adeta şehirde terör estirirler. Korova Sütbarı’nda şiddet eğilimlerini perçinleyen süt ve uyuşturucu karışımı içeceklerini içerler, yaşlılara saldırırlar, Alexander adında bir yazarın evine girip onu sakatlarlar ve yazarın karısına tecavüz ederler. Çete içerisinde giderek şiddetlenen liderlik çatışmaları, Alex’in arkadaşları tarafından tuzağa düşürülüp hapse girmesiyle son bulur ve olaylar gelişir.
Hapisteyken şiddetten uzak duran Alex uysal davranarak, dinle ilgilenir ve hapishanedeki rahibin sempatisini kazanır.(Fakat burada İncil’i okurken kendisini İsa ile değil ona işkence eden Roma askerleri ile özdeşleştirir.)
Alex, ülkenin başında bulunan siyasal partinin seçimi kazanmak için kullandığı ” Suçluları, Yeniden Topluma Kazandırma” programı için kobay olarak seçilir. Eğer program başarılı olursa Alex serbest bırakılacaktır. Bakan Alex’i sokakları suçtan nasıl arındırdığını göstermek için kullanarak bundan politik avantaj sağlar. 
alex scream
Program boyunca Alex’e elleri, kolları bağlı, gözleri açık kalacak şekilde iğnelerle tutturulmuş bir biçimde savaş ve Nazi soykırım görüntüleri, Beethoven’ın  9. senfonisi eşliğinde izletirler. Ki Beethoven Alex’in içindeki tek güzel şeyi yansıtan, onun saygı duyduğu ve değer verdiği yegane varlıktır. Nitekim Alex’in hapishane odasında bulunan Beethoven büstü ve çizimleri bakanın da dikkatinden kaçmamış, Ludovico seansında Beethoven’ın müziklerini kullanmıştır. Tüm bunların sonunda Alex, şiddet ve cinselliği uygulamak şöyle dursun düşünemez hale gelir. Alex’in şiddet eylemleri şiddet içerikli bir eylem olan ludovico ile önlenmeye çalışılır. Program başarılı olunca da Alex serbest bırakılır.      
Alex evine döndüğünde ailesinin odasını kiraladığını görür. Ailesi onu istememektedir, sokakta kalmıştır. Daha önce çete arkadaşlarıyla dövdüğü sarhoş dilenci diğer dilencileri başına toplayıp kendisini linç eder.Alex’in yardım çağırısına gelen polisler ise kendisinin çete arkadaşlarıdır. Alex onlardan da dayak yer zira arkadaşları bu defa şiddeti polis olarak üretmektedirler. Arkadaşlarından kurtulmayı başaran Alex’in talihsizlikleri devam eder ve karısına tecavüz ettiği yazarın evinde bulur kendisini. Başlangıçta Alex’i tanıyamayan yazar onu iyi karşılar. Fakat daha sonra Alex’in kim olduğunu anlayan yazar, karısının intikamını Alex’e tepki vermeye koşullandırıldığı Beethoven’ı dinleterek alır. Çektiği acıya tahammül edemeyen Alex kendini pencereden atarak intihar eder.
Bu noktada Alex’i ve içinde yaşadığı toplumu daha iyi analiz edebilmemiz için psikoanalitik bir terime ihtiyacımız var. Psikanalizde suç ve cezanın karşısına getirilebilecek kavram, ressentiment (hınç)tir. İşte ressentiment’in varlık bulabilmesi için Alex’in yaşadığı gibi bir iktidarsızlık durumunun oluşması gerekmektedir. İnsana bir makine gözüyle yaklaşan düzene, kurallara, baskıcı toplumsal kontrole, itaat etmeyen/boyun eğmeyen Alex, kendini açığa çıkarma adına yıkıcılığa başvurur. Yani Alex’in şiddetinin kökeninde var olma problemi yatar. Modern devletin insanı bir hiçe indirgediği böylesi bir ortamda  Alex’in şiddet eylemlerini bir eğlence, haz unsuru olarak algılamak hatalı ve eksik bir bakış açısı olacaktır. Alex ve çete arkadaşlarının ürettikleri Rusça kökenli Nadsat dilinde konuşmaları bile yürürlükteki dilden sıyrılma çabalarının, düzen karşıtı eğilimlerinin bir dışavurumudur.
pin down tramp
Modern toplumlarda, hınç ve intikamın kontrol altına alınması ise cezalandırma yöntemi ile mümkün olmaktadır. Burada dikkati çeken nokta, devletin şiddet kullanmasının meşru oluşudur. Modern devletlerde güç kullanımı, kişisellikten çıkıp devlet tekeline bırakılmıştır. Böylelikle iktidarın, zaten içinde var olan yıkıcılığı, sürekliliğini korumak için kullandığını söylemek mümkündür.
Devlet erki ideal toplum yanılsamasını, tek tip vatandaşlık gibi mekanizmalarla gerçekleştirir. Kişilerin düşünceleriyle hareketlerini kontrol ederek hayatları üzerinde egemenlik kurar ve ideolojisine ters düşenleri, farklı olanı ya da  bir diğer deyişle ötekini, kendi amaçları ve istekleri doğrultusunda asimile eder. Nitekim filmde de sistem, Alex’in seçme hakkını elinden alıp onu bir makineye dönüştürmüştür. Alex’in şiddeti rehabilite edilmiş ve neticede Alex toplumun kabullendiği davranış biçimine uymak zorunda bırakılmıştır. Alex’e yapılan işkence onu evcilleştirir ancak onu daha iyi ya da daha ahlaklı kılmaz.
Filmdeki şiddet/karşı şiddet kavramı ironik boyutta da kendini gösterir ve bunu neredeyse filmin bütününde görmek mümkündür. Bu durum, özellikle yazar Alexander’ın başlangıçta kurbanken Alex’le ikinci karşılaşmalarında suçlu durumuna düştüğü sahnede apaçık meydandadır. 
Öte yandan film boyunca sürekli karşılaştığımız mahşerin dört atlısı ( Alex ve çetesi) göndermesi de kaotikliğin, yıkımın sembolleridir ve devletin şiddetle olan bağını kuvvetlendirici niteliktedir. Dört saldırgan ve kurban motifi, evvela Alex’in ve çete arkadaşlarının yaşlı bir dilenciye saldırdığı sahnede karşımıza çıkar. Ardından hapiste dört polisten dayak yerken Alex kurban konumundadır. Ve son olarak hapisten çıktıktan sonra yazarın evinde, yazar ve yanındaki dört kişi Alex’in yemeğine ilaç katmıştır ve Alex yine kurban konumundadır.
Şiddetle bağlantılı olarak filmde Nazilere de sık sık göndermeler yapılır. Filmin başında Alex ve çetesinin başka çete üyeleriyle dövüştükleri sahnede, diğer çete üyelerinin üzerlerinde Nazi üniformaları vardır. Ludovico tedavisi esnasında Alex’e Nazilerin gösterilerini içeren görüntüler izletilir. Son olarak hapishane yöneticisinin üniforması ve fiziksel görüntüsü akıllara Hitler’i getirir. Bilindiği gibi Naziler devlet şiddet mekanizmasının en belirgin örneği olarak yakın tarihe damgalarını vurdular. Filmde nazi göndermesinin yer alışını bu şekilde açıklamak mümkün.
Filmin sonunda hastane yatağında gördüğümüz Alex, yanına gelen bakanla pazarlık yapar. Ölmek için intihar etmiştir ama yeniden doğmuştur. Bu ikinci Alex’in bildiğimiz Alex’den bir farkı vardır; Alex de artık bakan gibidir, ikiyüzlüdür. Toplumsallaşmış ve düzenin bir kuklası olmuştur. Başta Alex’i kullanarak toplumu suçlulardan arındırdığı gerekçesiyle politik avantaj sağlayan hükümet, filmin sonunda Alex’i sokakları tekrar suça boğmak için kullanır. Çünkü sistemin varlığını sürdürebilmesi buna bağlıdır; şiddet ve suç tamamen yok edilmemelidir ve kontrolü sistemin elinde olmalıdır. Aksi takdirde toplum bu şiddeti sistemin kendisine yöneltir.
Sonuç olarak A Clockwork Orange, modern toplum yapısında suç ve cezanın karşılıklı işlenmesinden hareketle efendi-köle diyalektiğini, otoritenin Alex’i ıslah etme adıyla uyguladığı cezalandırma yönteminin onu ne derece özgürleştirdiğini(!), bireyin özgürlüğünün toplumun diğer üyelerinin köleleştirilmesiyle mümkün olup olmadığını tartışır.
Read more
no image

“Gündüzleri madeni işliyorum, geceleri sözcükleri…”

İkinci romanı “Kestik, Diyor Yönetmen”le okur karşısına çıkan, üstelik Ahmet Ümit ve Selim İleri gibi iki büyük ismin övgülerini kazanan İkbal Bayrak‘ı ben yeni tanıdım. Hakkında bildiklerimden biri aslında takı tasarımcısı olduğu, yani gündüzleri kendi deyişiyle “maden işlediği”… Edebiyata âşık olduğu. Bir de sevdiklerini arka arkaya kaybettikten sonra kansere yakalandığı ama bu amansız hastalıkla mücadelesinden sağ çıktığı.

Türkiye’nin en önemli yayıncılarından Vedat Bayrak’ın eşiymiş, bunu sonradan öğrendim. İkbal Bayrak’a röportajda ilk sorum da haliyle eşiyle ilgili oldu.

ikbal bayrak everest yayinlari gulenay borekci 1

“Sahte mutluluklar, eninde sonunda gerçek ıstıraplar yaratır…”

Eşinizin mesleği, yazmakla ilgili olarak hayatınızı kolaylaştırdı mı, yoksa tam tersi mi oldu? 

Her ikisi de diyeyim. Eşimin mesleği romanlarımın yayınevine ulaşmasını kolaylaştırdı elbette. Fakat esere önyargıyla bakılması riskini de getirdi. Öte yandan, ilk romanım “Aç gözlerini Masal Bitti”yi teslim ettiğimde bana herhangi bir ayrıcalık tanınması ne benim isteyeceğim ne de yayınevinin yapacağı bir şeydi.

Vedat Bey eleştirir mi sizi, romanlarınızı? Yoksa eve geldiği anda yayıncılığı kapıda mı bırakır? 

Eleştirir evet. Ben de eleştirmesini ister, sık sık fikrini alırım.

İnsan yaşarken çoğu zaman “Bu benim başıma gelmez” der. Fakat başımıza gelmez sandığımız her şey gelir, bizi yakalar. Siz, “Bu benim başıma gelmez” dediniz mi hiç?

Hayır, demedim. Çünkü hiçbir zaman kendimi insana ve yaşama dair herhangi bir konudan soyutlayacak kadar özel görmedim. Gören de kendini kandırır zaten ve kandığına inanır. Sahte mutluluklar, eninde sonunda gerçek ıstıraplar yaratır…

Bir travmayı atlatıp da sağ kalan insan öncesine göre daha güçlü mü oluyor?

Anneme, yani en sevdiğime kanser yüzünden çaresiz vedamın erken bir yaşta olması hayatımı daha baştan zorlaştırmıştı fakat dediğiniz gibi, öldürmeyen acı güçlendiriyor. Sanırım gerçekten kaybetmenin ne demek olduğunu erken öğrenen insan, sonrasında kaybetmekten korkmuyor.

Bu büyük acıları yaşamasaydınız nasıl biri olurdunuz?

Daha korkak, daha kırılgan olurdum herhalde.

Nelerden korkarsınız?

Kanser olduğumu öğrendiğimde ölümden korkmamıştım. Ölürsem çocuklarımın, yokluğumla nasıl baş edeceklerini düşünerek endişeleniyordum sadece. Hem ölümden korktuğu için her gün kahrolmanın kime ne faydası olabilir ki! Neye katlandığımızdan da mühim olan şey ona nasıl katlandığımızdır. Ben hüzne sığınmayı tercih etmeyip mücadeleyi seçtim. Artık hiçbir şeyden korkmuyorum.

Kitapta adeta açık bir yara gibi her acıyı, kederi yoğun olarak hisseden bir karakter var. Elif’in ne kadarı sizsiniz? 

Kendi yaşadığım olayların bazılarını Elif’e de yaşattım, yine de Elif bambaşka bir karakter. Bir kere benden daha kırılgan. Aklıyla duyguları arasında bocalıyor. Bense daima mantığımla hareket etmeye çalışırım. Kendimi Elif’in yerine koymam bir hayli zor oldu ama edebiyat bir bakıma insanı anlama ve anlatma sanatı değil mi? İnsan, hayat, ölüm, dünya; bunlar kolay anlaşılır şeyler olsaydı, sanat diye bir şey ortaya çıkmazdı belki de.

Takı tasarımcılığını soracağım. İnce ince işlemek, bir şeyi yoktan var etmek… Bu açıdan bakılınca yazmak ve tasarlamak birbirine benzemiyor mu? 

Evet, çok benziyor. Her ikisi de başlangıçta yalnızca hayalde var olanı, elle tutulan gözle görülen eserlere dönüştürüyor. Tek fark malzemeler; gündüzleri madeni işliyorum, geceleri sözcükleri…

Şarkı sözü yazdı, birincilik kazandı

Siyah Gelinlik diye bir şarkı sözünüz var, size Kuşadası Altın Güvercin Şarkı Yarışması’nda birincilik kazandırdı. Hikayesini dinlemek isterim. Niçin “siyahtı” bu gelinlik? Ve sonrasında neler oldu?

“Siyah Gelinlik”, benim ilk yazma deneyimimdi. Daima naif bir edebiyat sevdalısıydım, fakat yazmayı hiç denememiştim. O şiiri de oyuncak bebekle oynama çağında gelinlik giyen bir “çocuk gelin” için yazmıştım. Akşam bülteninde küçücük bir çocuğun töre cinayetine kurban gitmesi haberine içerlemiş, üzülmüş, ağlamış sonra da oturup yazmıştım işte. Bu sebeple adı “Siyah Gelinlik” oldu. Sonra o şiir bestelendi, ödül aldı, ben de gecelerimi yazmaya ayırmaya başladım. Derken sıra romana geldi. Önce “Masal Bitti” çıktı, ardından da “Kestik Diyor Yönetmen”… Aslında “Kestik, Diyor Yönetmen” şarkımın son dizesiydi.

Read more